1950’li yılların başbakanı Adnan Menderes, 27 Mayıs askeri müdahalesini takiben 17 Eylül 1961 sabahı idam edilmişti. Bu trajik olayın en korkunç anı olan idamı resmeden bir çizgi film, geçen Pazartesi günü ders arasında ortaokul çocuklarına gösterildi. Çocukların içine düşürüldüğü dehşet ve travma bir yana, bu yayın muhalefet tarafından koronavirüs salgınını fırsat bilerek gerçekleştirilmiş bir beyin yıkama girişimi olarak eleştiriliyor. İktidar yanlısı medya ise “çocukların demokrasi bilincini geliştiriyor” diye bu fiili savunuyor.
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, bu görüntülerin uzaktan eğitim materyali olarak değil de yaygın deyişle “sehven” yayınlanmış olduğunu belirttiyse de ne laikçi ne de İslamcı kanaat önderlerinin açtığı ateşten kurtulamadı. Tele 1 yorumcusu Can Ataklı gibi laikçiler, diğer ders aralarında da ilahi yayını yapıldığına ve dersi veren öğretmenin başörtüsü taktığına işaret ederek uzaktan eğitim zorunluluğu fırsat bilinerek çocukların dini ve muhafazakar endoktrinasyon bombardımanına tutulduğu tespitini yapıyor. Akit gazetesinin köşe yazarları ise, Milli Eğitim Bakanı’nın “ateistler, darbeciler ve başörtüsü düşmanları” tarafından etki altına girerek geri adım attığını söylüyor. Bu yazarlardan biri, başörtülü öğretmen eleştirisine karşı kadın öğretmenlerden birinin göğüs dekoltesinin kendisini tahrik ettiği ve biyoloji dersinde canlıların bitkiler ve hayvanlar olarak ikiye ayrılmasının Kuran’a aykırı olduğu temellerinde yalnızca uzaktan öğretim uygulamasını değil, eğitim politikalarını kökten bir eleştiri altına alıyor.
İki karşıt görüş arasındaki bu rekabetin Türkiye gibi bir ülkede eşit şartlar altında gerçekleşeceğini beklemek hayalcilik olurdu. Nitekim derhal devreye giren RTÜK Tele 1’e ceza yağdırdı. Ataklı’nın derslere başörtülü öğretmenle başlanarak çocuklara olduğundan farklı bir öğretmen imajı sunulduğu değerlendirmesinin, “dini inanç temelinde kin ve nefret duyguları yaratma” teşebbüsü olduğuna hükmedilmiş.
Satıhtaki bu laikçi-İslamcı kavgası, 27 Mayıs askeri müdahalesi üzerine bir kolektif algı uçurumunun ürünü. Seçilmiş hükümeti ve meclisi hedefine koyarak Türkiye’nin ilk çok partili sistem denemesini ezen bir askeri darbe söz konusu. Demokratik süreçler üzerinde “askeri vesayeti” norm haline getirerek kendinden sonraki müdahaleler ve darbeler için de zemin hazırlayan bir deneyim.
Altmış yıl önceki bu olayla ilgili kolektif hafızanın durduk yere tetiklenmesinin ardındaki nedenleri, siyasal İslamcı zihniyetin fırsatçılığı kadar siyasal iktidarın kendi hakkındaki anlatıya başvurarak değerlendirmek doğru olur. AKP, iktidarının başlangıcından bu yana kendini Kemalist askeri vesayet karşısında konumlandırdı. 1960 darbesi bu vesayetin meşruiyetinin başlangıç anıydı. Erdoğan’ın birçok ifadesinde kendini cumhuriyet “oligarşisine” karşı mücadele eden bir demokrasi kahramanı olarak Menderes ile özdeşleştirdiği görülebilir. Ergenekon ve özellikle Balyoz davasını, askeri iktidarın tasfiyesi olarak gören bu anlatının zirve noktasını 15 Temmuz darbesi oluşturur. Bu darbe girişimi, Erdoğan’ın gözünde cumhuriyet tarihinde bir askeri darbenin bir halk hareketi ile engellendiği ilk ve tek örnektir.
Bu bakış açısına göre, demokrasinin başlıca sorunu ve düşmanı askeri müdahaledir; öyleyse ordunun bastırılarak siyasal güç konumlarından uzaklaştırılması otomatik olarak “ileri demokrasi” anlamına gelecektir. Demokrasi problemi böylelikle, resmi şiddet aygıtlarının toplumsal hayattaki ağırlığı ve demokratik temsil ile karar alma mekanizmaları arasındaki denge gibi olgulardan soyutlanarak, devletin şiddet aygıtlarından birinin tasfiyesine indirgenmiş bulunmaktadır. Buradan varılacak sonuç, askeri darbeleri sevmeyen AKP iktidarının en demokratik rejim olmasına ilaveten her kim ki bunun aksini iddia edecek olursa “darbeci” damgası yemesi gerektiğidir.
Altmış yıl geriye dönüp tarihe bakıldığında, bu muhakemeye temel oluşturan psikoloji ile Menderes ve arkadaşlarının düşüşlerinin hemen öncesindeki mantık arasındaki benzerliği görmemek için “uzaktan eğitim” tedrisatından geçmek gerektiği anlaşılıyor.