Pakrat Estukyan
Gündelik konuşmalarımızda sıkça kullandığımız tanımlar vardır. Olduğu gibi kabullendiğimiz, üzerinde fazlaca düşünmediğimiz, bir kalıp olarak benimsediğimiz tanımlardan söz ediyorum.
Örneğin ‘örtülü ödenek’ tanımının ne anlama geldiği konusunda ortak bir kanaatimiz vardır. Yönetimin üst mercilerine tanınmış serbestçe, kimseye danışmadan yapılacak harcamaları tanımlar bu ifade. Ödenek adıyla tahsis edilmiş paranın üstüne adeta bir örtü kapatılmış, altında olanların hesabı sorulmayacak gibi bir algı oluşturulmuştur.
Acaba gerçekten de öyle midir? Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes’e yöneltilen ‘cımbız’ harcaması bu örtünün sırası geldiğinde kaldırılabileceğinin somut bir kanıtı olsa gerek. İktidardan düşmenin acı tezahürlerinden biridir bu durum. Düne kadar esamisi okunmasa da dönemin muktedir kıldığı mahkeme heyeti başkanı Salim Başol, devrik başbakana, üstelik de radyodan canlı olarak yayınlanan duruşma oturumunda, çalışma masasının çekmecesinden çıkan kadın iç çamaşırının hesabını sorabilmişti. Adnan Menderes o kendine has kibarlığı ile en çok da bu seviyesiz soruları yanıtlarken kekelemiş, zorlanmıştı.
Örtünün zaman zaman örttüğünü gösterme marifeti olmasa, Selçuk Parsadan adlı dolandırıcının Tansu Çiller’i nasıl da oyuna getirdiğini bilemeyecektik. Sahi, Çiller demişken aklıma geldi. “Milletim beni özlemiş” diyerek siyasete dönme işaretleri veren, bunun için de bir süreden beri hükümet güzellemeleri yapan Tansu Hanım’dan şu sıralar pek bir ses duyulmuyor. Yazık, sevenleri bu açıklamaları duyunca epeyce ümitlenmiş, ‘Beyaz Toroslar’ geri gelecek diye hayaller kurmaya başlamışlardı. O günleri anımsamakta fayda var. Özel Harekât Timleri birkaç araçla sokağa girer, önceden belirledikleri adrese, diyelim bir apartmanın dördüncü katındaki daireye baskın verir, kapısını koçbaşıyla kırdıktan sonra içerde operasyona girişir, herkesi öldürdükten sonra da beraberlerinde getirdikleri irice bir bayrağı balkon korkuluklarından asardı. Sokakta toplanan mahalleli de bayrağı görür görmez, refleks bir coşkuyla başlardı alkış tufanına. Ardından Özel Harekâtçılar halkın o coşkusuna aldırmadan, yüzlerini örten kar maskelerinin ardından bile hissedilen mağrur bir edayla araçlarına biner, geldikleri gibi hızla uzaklaşırlardı olay yerinden; ya da dönemin medya terminolojisiyle hücre evinden.
O yıllarda henüz sosyal medya kavramıyla tanışık olmadığımızdan, olan biteni, emniyetin açıklamaları doğrultusunda yansıtan sözde ‘anaakım’ medyanın ertesi gün yayınlanan gazetelerinden okurduk. Üzerine biraz da habercilik sosu olsun diye, mahalle bakkalının veya apartman kapıcısının yorumları eklenirdi: “Kendi halinde insanlardı, hiç şüphelenmemiştik.” Devletin kolluk kuvvetlerinin kendi halinde insanları böylesine hoyratça katledebileceğini düşünemediklerinden, kendi yanılgılarına hayıflanırlardı. İşte milletimiz Tansu Çiller’i özlerken esasen bunları da özlemiş olmalı. Dolar’ın bir gecede katlandığı, ertesi günü üç katına çıktığı 5 Nisan 1994 tarihinde de Çiller başbakandı bu ülkede. Oğlunun trekking yürüyüşlerinde giydiği botlarla gazetecilere militarist pozlar veren Çiller, gerçekten de seni özleyenlerin var olduğunu, koalisyon ortağı olduğun kabinenin İçişleri Bakanı’nın gördüğü ilgiden anlıyoruz.
Bunca hengamenin ardından, örtülü ödeneğin örtüsünün bir kez daha kaldırılmasını düşünebiliyor musunuz?
Nazım Hikmet hayatta olsa o ünlü destanının, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ adlı eserinin ikinci cildini de yazardı. Sadece ufak bir farkla, bu yeni kitabın adı, Çillergilleri özleyenlere nazire olarak ‘Memleketimden İnsancık Manzaraları’ olurdu bu kez.