Medya, sözcük anlamı ile “ortam” demek. Ortam sözcüğü Türkçede çok geniş bir anlam ifade eder. Yerine göre tüm dünyayı, hatta evreni bile içerebilir. Ancak dar anlamlarda belli alanları anlatmak için kullanılır. “Medya”ya gelince, şimdi artık görsel ve işitsel alanda iletişim ve haberleşme anlaşılıyor ve o anlamın da üzerine oturmuş durumda.
Bir zamanlar medyaya daha doğrusu medyayı en geniş anlamda temsil eden basına “dördüncü kuvvet” denirdi. Basının görece özgür olduğu, gazetecinin diline düşmenin kâbuslara neden olduğu dönemlerdi o dönemler. Demokrat Parti iktidarının son dönemleri, basının karşılaştığı baskılar sonucu açık ya da gizli biçimde sansüre uğradığı dönemlerdi. 27 Mayıs darbesinden önceki günlerde birçok gazetenin gerek haber, gerek köşe yazısı sütunları boş ve bembeyaz çıkardı.
Merhum Çetin Altan’ın köşesinde, “Bugün hiçbir şey yazmak istemiyorum” cümlesinden oluşan makalesini kelimesi kelimesine hatırlıyorum. Çünkü tamamı o kadardı, gerisi boştu. Ama yine de birçok şey söylenebiliyor, haberler kulaktan kulağa, fısıltı gazetesiyle de olsa rahatça yayılabılıyordu. 1961 Anayasa’sının getirdiği özgürlük ortamında daha rahat bir basın haberleşmesi vardı.
Gerçi Kürt’ten, Kürtçeden söz etmek gene netameli konulardı, Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in “size Kürt diyenin yüzüne tükürün” tarzında Kürtleri yücelterek Türkleştirme âlicenaplığı (!) gösteren sözleri, basınımızda övgüyle karşılanıyordu. Yine de ben ve benim kuşağımdan birçok arkadaşım, Kürtçe alfabeyi ve okuma tekniklerini o dönem çıkan gaezete ve dergilerden öğrendik. Ahmet Hamdi Başar’ın Barış Dünyası ile alfabeyi, iksinin de dostluğunu kazanmış olmaktan büyük onur duyduğum Edip Karahan ve Musa Anter’in (Apé Musa) çıkardığı Roja Nu ve Dicle-Fırat dergilerinden de yazım kurallarını öğrenmiştik. Daha sonra gelen faşist dalgalarda Türkiye basını üzerindeki baskılar, Kürt basını üzerinde katmerleniyordu. 1850’li yıllarda Beyrut’ta basılmış bir İncil’in ilk baskısı vardı bende. 12 mart 1971 muhtıra /darbesinin “hürriyetlere şal örten” Nihat Erim döneminde askerde olduğum için köyde bıraktığım kitaplarım, ailemce bir aramdan kısa süre önce alelacele toprağa gömülmüş ve sonradan çürümüş halde bulunmuştu.
12 Eylül faşist darbesi ise bırakın basın yayını, Kürtçe konuşmayı bile yasaklamıştı. Çıkardıkları 2932 sayılı kanunla adını bile anmadan “Ülkelerin birinci resmi dili dışındaki dillerle her türlü yayının yapılması, bu dillerin kamu ortamında kullanılması, toplantı ve gösterilerde kullanılması…” yasaklanmıştı. Çünkü Kürtçe, Irak ve Ermenistan’da resmi dildi. Ama yine de örneğin, Hırvatça, Boşnakça vb. gibi dillerden her türlü yayının yapılması mümkündü. Anayasal düzene geçildikten sonra da bu çağdışı yasa, uzun süre Türk Pozitif Hukuk kaynakları arasındaki yerini korudu.
Bugünün kendini demokrat sayanları bile bir yandan kanunun kaldırılmasını engelliyorlar, diğer yandan “Eee ne yapalım, 12 Eylül darbecilerince de getirilmiş olsa kanun kanundur, uymak zorundayız” diyorlardı. Kanun ancak Avrupa Birliği’ne giriş çalışmaları başlayınca ortadan kalktı. Kalkmasına kalktı da değişen birşey olmadı. Kürt dili gene “divanda dergâhta” kullanılması bir yana bir tiyatroda bile kullanılamamakta, bölücülük yapılacağı ileri sürülerek asıl katmerli bölücülük yapılmakta. Günümüz basını artık basın olmaktan çıkmış, % 95’i itibariyle iktidarın propaganda araçları haline gelmiş bulunmaktadır.
“Havuz medyası” olarak adlandırılan ve devletin her türlü ilân, reklam, kredi olanaklarından yararlanan gazeteler, tek merkezden yönetilmektedir. Bir olay karşısında bir sürü gazetenin ufak tefek değişikliğe bile gitmeden aynı manşeti atmaları artık alıştığımız olaylardan. Dünün Esat Kardeşimiz, bugün Cani Esed olabiliyor. Yarın gene kardeşlik mertebesine yükselebilir tabii. Radyo ve televizyon kanalları için de aynı şey söylenebilir. En ufak bir olayda iktidar kanadının demeçleri tüm kanallarda canlı olarak verilmekte, muhalefete ilişkin haberler verilmemektedir. Dün söylediğinin bugün tam tersi, haber olarak da yorum olarak da söylenebilmektedir.
Tartışma programlarında HDP ve Kürtler hakkında ipe sapa gelmez yorumlar, yalan haberler yayılmakta, programlara onları temsilen kimse alınmadığı gibi cevap hakkını kullanmaya yönelik telefonlar kabul edilmemektedir. Tarafsız olduğunu söyleyen program yapımcıları, rahatlıkla muhbirlik ve çeşitli provokasyonlar yapabilmektedir. Çok kısıtlı da olsa kendilerini sol zanneden, özünde sağcı ve ulusçu medya organları da haberleri büyük bir tarafgirlikle vermekteler.
Millet İttifakı’nı destekleyen gazete ve televizyonlar da Kürtleri ve HDP’yi ancak aleyhte haberlerle anmaktalar. Hükümetin ekonomik politikalarını eleştirmekle birlikte, ekonomik krizin ana nedeni olan savaş politikalarına sonuna kadar destek vermeye devam etmekteler.
Barış sürecini ve Kürt çevreleriyle görüşmeyi kıyasıya eleştirerek aslında hükümetin ayrımcı politikalarına arka çıkmaktadırlar. Sonuç olarak bugünkü medya kuruluşlarıyla Türkiye halkları aydınlanma değil, koyu bir karanlığın içine itilerek tepkisizleştirilmekte. Sinema tiyatro alanı da son çıkan ve “sansür kurulu” olarak adlandırılan denetleme kurulu aracılığıyla tamamen eli kolu bağlı hale getirilmiştir. Tüm bunlara sosyal medya aracılığıyla karşı koymak da son derece zordur. Elinde kılıç ve kalkan olan hayduda ince bir sögüt dalıyla karşı koymaya çalışmak gibidir.