Aklın yolu bir. Cumhuriyet’te Özgür Mumcu yazdı: “Aynı yöntemlerle yapılacak muhalefetin pek bir yere varmayacağı da belli.” Herkes böyle düşünmekte. Muhalefetin gerçekte yüzde elliye yakın milyonlarca oyunun TBMM’de artık hiçbir anlamı yok. “Tek adam” rejimi parlamenter muhalefeti imkansız hale getirdi. Artık muhalefet ne yasa yapabilir, ne yasa önleyebilir, ne “Cumhur yürütmesini” denetleyebilir, ne yargının bağımsızlığını sağlayabilir, ne ordunun siyasete bulaşmasına itiraz edebilir, ne polisin keyfiliğine karşı koyabilir. Ne yapabilir? Kürsüye çıkar, “Sayın bilmemneler” diye başlar, derdini anlatamadan İç Tüzük gereği ya da kürsü önünde toplanan “linç” öbeklerinin zoruyla iner. Bu arada fırsat bulup da söylediği birkaç paragraflık laf Meclis duvarlarını aşamaz, medya tekelinin susturucusunda “pıss” gibi bir ses çıkartmış olur. Muhalefetin seçmeni bu durumda ne yapar? Seçtiği vekillerin dolgun maaş alıp, yen gelip yattığını düşünür. Bir yıl geçmeden muhalefet partileri halk desteğini bile kaybeder.
Ne yapmalı?
Özgür Mumcu bu soruyu biricik çare olarak çok güzel açıkladı: “Sine-i millet seçeneği karşımızda.” Elbette hemen değil. Baksınlar, halka Meclis’teki “beyhude” varlığın işe yaramadığını kavratsınlar. Sonra gereğini yerine getirsinler. “Tek adam rejiminin” asma yaprağı olmak muhalefeti mahveder.
Boykot: Koltuk kaybı, seçim: Onur kaybı
Özgür Mumcu “sine-i millet” dedi ya, aynı gazetenin yazarı Ergin Yıldızoğlu da bir başka çok önemli konuya değindi. Okuyalım: “Verili koşullarda bu seçimlerin sonuçlarının önceden belli olduğunu, birçok kez ayrıntılarıyla anlattık. Önce bu durumu değiştirmek için mücadele etmek, bu arada bir olasılık olarak ‘boykot’ konusunu da tartışma içine almak gerekiyordu. Ancak, bu durumu değiştirmek için çaba göstermek bir yana, ‘bir olasılık olarak boykot’ tartışması olasılığı bile, ‘boykot koşulu yok’ kanaatleriyle hemen bastırıldı.” Eğer CHP bu seçimleri boykot etseydi, HDP var gücüyle buna katılırdı. Böylece “seçim” ve onun sonucunda oluşan Meclis “Tek adam” rejimini meşrulaştıran bir “şal” olarak kullanılamazdı. Kaybedilen ne olurdu? Kaybedilen sadece TBMM’deki vekil koltukları olurdu. Hiçbir işe yaramayan koltuklar. OHAL koşullarında, kitlesel tutuklamalar ve medyaya el koyma ortamında seçimi kabul etmek, “sırtı yerde güreşmek”ten başka bir sonuç doğuramazdı, doğurmadı da.
İnce: Fark on milyon Sandık: Fark 800 bin
Can Ataklı gözden kaçan çok önemli bir gerçeğin altını çizdi. Muharrem İnce, “o gece” ne olup bittiyse, birden bire “aramızda 10 milyon fark vardı, nasıl direnecektik” benzere laflar etmişti. Ataklı, “İnce kendi oyuyla Erdoğan’ın oyunu karşılaştırdı”, aslında “muhalefetin oylarıyla Erdoğan’ın arasında yalnızca 800 bin oy fark vardı.” Ataklı aynı yazısında “Sandıkların yüzde 5’inde CHP’nin temsilcisi yoktu ve bu sandıklardaki seçmen sayısı da 800 bini geçiyordu” dedi. HDP’den koparılıp MHP’ye eklenen, Saadet’ten, İYİ Parti’den alınıp MHP’nin cebine akıtılan oyların toplamı da zaten 1 milyona yaklaşıyor. Bu arada Hakkari’de bile MHP’nin yüzde 200’leri geçen “oy patlamasının” sırrı da bir türlü çözülemez oldu. İyi de bütün bunlar neden böyle oldu? Çünkü OHAL’li diktatörlük koşullarında “seçim” olmaz. “Seçim darbesi” olur. Oyların oranlarıyla “yüksek matematik” doktorası yapmak yerine, birazcık siyaset tecrübesi Türkiye’nin başına neler geldiğini bize kolayca gösterir.
Bahçeli gazetecileri, Soylu HDP’yi tehdit etti
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, HDP’yi ağır bir biçimde tehdit etti. “Size yaşama hakkı tanımayacağız, nereye giderseniz gidin” dedi. Yargıdan “tık” yok. “Yaşama hakkı tanımamak” ne demektir? Açık değil mi? Pervin Buldan bunun ne anlama geldiğini kendi hayat tecrübesinden çok iyi biliyor. Ansızın ortaya çıkıveren Çiller’in “ölüm listesinde” onun eşinin ismi de vardı ve öldürüldü. Yeni devlet rejiminin ne olduğu ve “seçim darbesinin” ne anlama geldiği Soylu’nun tehdidiyle bir kere daha gözler önüne serildi. Yargıda “tık” yok dedim ya. Medyada ne var? Hiçbir şey. Oysa yeni rejimin ortağı MHP’nin başı, gazetelere verdiği ilanda yüze yakın gazeteciyi hedef göstermişti. Sözcü yazarı Emin Çölaşan, “bu isimlerden birinin başına gelecek işten” MHP’nin ve iktidarın sorumlu olduğunu yazmıştı. Biz de buna Soylu’nun tehdidinden sonra herhangi bir HDP’linin başına gelecebilecek menfur bir işten doğrudan doğruya Erdoğan’ın sorumlu olacağını ekleyelim. Yeni rejim, artık yüzde 90’lık medya tekeliyle yetinmeyecek. Yüzde yüz itaat isteyecek.