M. Ender Öndeş
Daha çok üniversite öğrencilerinin uydurduğu bir deyimdir Mecburiyet Caddesi. TOKİ zamanlarını bilmem ama eskiden hakikaten taşra kentlerinde öyle bir yer vardı. Biraz genişçe bir caddedir işte, bankalar, belediye binası, hastane, mühim devlet daireleri, varsa birkaç pastane, kahve… Alternatifi olmayan bir şey; evde sıkılıp da hadi biraz gezelim deseniz, evden daha sıkıcı olan o cadde dışında bir seçenek yoktur. Resmi işiniz olduğunda da öyle, bankadan para çekmek istediğinizde de…
Siyasette de bizde ve birçok yerde işler böyle yürüyor büyük ölçüde. ABD bu işin piri zaten. İki partinin dışında onlarca parti daha var aslında ama isimlerini bile bilmeyiz. Öyle bir oturmuş ki sistem, radikal Sanders bile Demokrat Parti içindeki yarışı kaybettikten sonra, dönüp Biden gibi berbat bir adayı destekliyor; çünkü karşıda Trump var, vs. vs…
Fransa’ya bakın. Birkaç puan daha alabilse Macron’la hesaplaşacak olan Melenchon elenince geriye kalmış iki seçenek: Irkçı Le Pen ve militarizm şampiyonu Macron. Ne yapsın şimdi Fransız halkı? Muhtemelen Le Pen’in aşırı sağcı çizgisinden ürküntü duyan insanlar ve bir önceki turda kendi partilerine oy veren solcular, lanet olsun deyip Macron’a mührü basacaklar.
Avrupa’nın geri kalanında ve İşçi Partisi-Muhafazakâr Parti kilitlenmesine sıkışmış olan İngiltere’de de durum çok farklı değil aslında. Zaman zaman bazı ülkelerde ‘hareket’ formatında alternatifler çıkıp atak yapsa da, bu güçler de sistemin ekonomik/siyasal rotasından kopamadıkları için, sonunda yıpranarak sahneden çekilirken, geri dönüşler yaşanıyor.
Türkiye’de nispeten daha renkli bir partiler manzarası var gibi görünse de aslında aynı sistem hüküm sürüyor. Çok uzaklara gitmeye gerek yok; yakın dönemde hareket noktası olarak alınabilecek tarih bence 1974’tür. Onun öncesinde de ucu ta 1800’lere giden ikili bir siyasal biçimleniş vardır ama ‘Halkçı Ecevit’li 1974’ün farkı, bu kez CHP’nin kabarıp kitleselleşmekte olan sol dalgayı da ikili sistemin parçası hale getirme çabasıdır ki, bu, nispi olarak başarılı da olmuştur. Ama altını çizmeliyiz, sadece nispi olarak. 12 Mart sonrasındaki ilk bocalamadan sonra Türkiye cephesindeki (CHP ile ittifakı Kur’an ayeti belleyen kesimler hariç) devrimci güçler, kendi yollarını bulmaya çalışırken, Kürt hareketi ise zaten bir süre sonra kendi bayrağını açıp kendi yolunda yürümeye başlamıştır. Ama yine de iş ne zaman sandık faslına gelse, sola ‘Mecburiyet Caddesi’ dayatılmış, ‘Milliyetçi Cephe’ gibi isimlerle şekillenen sağcı tehlike, bunun gerekçesi yapılmış, seçim filan tanımayan en radikal devrimci kesimler bile bu tablodan etkilenmiştir. İtiraf etmeliyiz ki, 1974-1980 arasındaki birçok seçimde, boykot ilan eden sol güçlerin tabanında da ciddi kaymalar olmuş, insanlar faşist/milliyetçi azgınlık karşısında bin kere lanet okuyarak da olsa gidip yine o ‘ehveni şer’e oy vermişlerdir. Dahası, bu giderek bir politika yapma biçimi haline gelmiş, işçileri, emekçileri sağ tehlike, irtica, vb. ile korkutarak sürüler halinde sandığa yöneltmek rutinleşmiştir.
20 yıllık AKP rejiminden sonra hepimize dayatılan şey bugün de çok farklı değildir. 6’lı masa çevresinde buluşan ittifakın ve özel olarak CHP’nin kendi dışındaki muhalefete karşı tutumu, tam olarak “benden başka şansın yok, beni desteklemezsen de yenilgimizin sorumlusu sen olursun” baskısıdır.
Ancak tam da bu noktada, bir farkın altını çizmek gerekiyor. Yakın tarihte ilk kez, beğensek de beğenmesek de, bin kere eleştirsek de HDP’nin etrafında oluşmuş olan üçüncü blok, ciddi bir güce ve ağırlığa sahip olmuştur. Toplamda salt sandık bazında bile 7 milyona yaklaşan büyük bir yoğunlaşmadan söz ediyoruz. Bu yalnızca bir sayı değil, bir enerjidir aynı zamanda ve bu güce, bu enerjiye sahip olan biz, artık kendimizi hafife alamayız. İlk elde akla geldiği gibi sadece seçimlerden ve HDP’den söz etmiyorum. Bugün, ikide birde patlayıp fiili grevlere yönelen işçiler, bunaldıkça bunalmış gençler, ‘geçinemeyen’ kent ve kır yoksulları, patriyarkaya karşı sokakları dolduran kadınlar ve daha birçok yoğunluktan oluşan bir odak, sevabıyla günahıyla vardır ve bu cephenin daha da genişletilmesi mümkündür.
Bu güce kimse bir ‘mecburiyet caddesi’ dayatamaz. Dayatmasına izin verilmemelidir. Evet, belki bu güç yine tek başına belirleyici olamayacaktır, sonuçta bir devrimden filan söz etmiyoruz, yaşamın içinde tavizler, ‘bağrına taş basmalar’ belki yine olacaktır ama artık bu ülkede kimse 7 Haziran’ı bir tür ‘acemi şansı’, münferit bir vaka olarak değerlendiremiyor. Durum o günden bu yana köklü şekilde değişmiştir. Biz izin vermezsek kimse artık bizi hafife alamaz. Cadde yoksa sokak vardır, sokak yoksa patika. Yürür gider, yine caddeye çıkacak bir yol buluruz.
Zor mudur, zordur evet ama yaşadıklarımız daha mı kolay sanki?