Nûdem Pelşin
Kızıllaşan ay, o geceki şahitlikten utanıp bulutların arkasına gizlendi usulca. 2018’in bitmesine az gün vardı. 13 Aralık’tı ve gece zifiri karanlıktı. Huzur bozan bir sessizlik baskın gelmişti havada. Yine de oturduğumuz yerde son çaylar yudumlandı, son kahkahalar atıldı, vedalaşmak için eller sıkıldı…
Eve doğru yol alırken ayın güzelliği dikkatimizi çekti. Yarım ve beyazdı… Herkesi kendine hayran bırakıyordu ya, gülün güzelliği de o karanlık gecede dikkatimden kaçmamıştı. Açılmak içinse zaman istiyordu. Koyu kırmızıydı. O anın en güzeli ay ve güldeydi.
Yoldaşlarla, gül ile vedalaştıktan sonra yerimize gitmek için yola devam ettik. Ay ise bize eşlik ediyordu. Gökyüzü beni, ben gökyüzünü seyre dalmıştım yürürken. Saat 21:00’dı. Hava soğuktu. Sokakta kimseler yoktu, sokak köpekleri hariç. Eve geç kalmanın telaşı sarmıştı. Adımlarımı hızlandırmıştım.
Baktığım yönde gökyüzünün bir an aydınlandığını gördüm. Kulakları sağır edercesine gürültüler geldi peş peşe. Dikkat kesilmiştim. Savaş uçaklarının sesiydi sağır eden. Basınç, yankı, aydınlanma; her şey bir arada oluyordu. Yanı başımızda ve havadan bir şeyler bırakılıyordu aşağıya. Atılanlar büyük bir gürültüyle patlıyordu. Havan veya kazan bombasıydı. Her ne ise yağmur gibi yağdırılıyordu Miştenûr Tepesi’ne.
DAİŞ mi saldırdı acaba?
Bir süre önce DAİŞ’in kampa çok yakın bir köye ulaştığı bilgisi yayılmıştı kampta. Bu nedenle halk, DAİŞ’in her an saldırabileceğini düşünüyordu. Yapılan, hava bombardımanıydı. İlkin, günler öncesinde DAİŞ’e hava saldırısı yapan koalisyon uçaklarının yine onları bombaladığı fikri hakimdi, o kısacık anda. İçimdeki ses ise öyle olmadığını, bunun kampa yönelik bir saldırı olduğunu söylüyordu.
“Yirmi savaş uçağının” bombardımanı devam ediyordu. Hemen herkes, can havliyle evinden sokağa taştı. Kucağındaki bebekleriyle kadınlar ve çocuklar panik haldeydi. Herkes önce ne olduğunu anlamaya çalışsa da çok geçmeden bombaların atıldığı bölgenin Maxmûr sakinlerinin yeri olduğu anlaşıldı. Gençler de henüz nerenin vurulduğunu bilmeden bomba sesinin geldiği bölgeye doğru koştu.
Bir araba bulup hızla gidenler de vardı, koşarak gidenler de. Biz de birkaç kişi aynı yöne doğru hareket ettik. Ama önümüzü göremiyorduk. Kaç metre uzunlukta olduğunu bilmesem de yüzlerce kişinin oluşturduğu kalabalıkla birlikte olay yerine yetişmeye çalıştık.
Olay yerine yakınlaştıkça barut kokusu genzimizi yakıyordu. Vurulan yere vardığımızda ise manzara dehşet vericiydi. Halk, vurulan bölgeye büyük bir öfkeyle akın ediyordu. Ama sağduyu da hakimdi. Bölgenin her an tekrar vurulma ihtimaline rağmen büyük bir cesaret örneği sergileniyordu. Yediden yetmişe, kampta yaşayan herkes zaman kaybetmeden ulaşmıştı bölgeye. Kimse yabancısı değildi bu yaşananların.
Roboski-Maxmûr benzerliği
Tarihe kara bir sayfa olarak geçen 13 Aralık gecesi, Miştenûr Tepesi’nin eteğinde yaşanan, 2011’in 28 Aralık gecesinde Roboski’deki bombardımanı hatırlattı. Roboski saldırısında da otuz dört can hayatını kaybetmişti. Otuz dört canın etrafa yayılmış parçalarının toplanıp katır ve traktörlerle taşınması silinmemişti hafızalardan. Roboski’nin laneti hala üzerlerinde dururken tarih, Maxmûr Kampı’nda tekerrür etmişti.
Gece vahşeti örtmüyordu
Bombalanmaya ve öldürülmeye yabancı olmayan Botan halkı, enkazı elleriyle kaldırmaya çalışıyordu. Adım başı atılan bombalar tanınmaz hale getirmişti vurulan yerleri. Saldırı olduğu sırada trafo da vurulmuş, elektrik kesilmişti. Bazıları cep telefonlarının ışığından faydalanmaya çalışıyordu. Bazısı bunu hiç düşünmeden girmişti enkazın içine. Sonuçta herkes birilerini arıyordu. Yaşananlar o kadar ağırdı ki gecenin karanlığı bile bu vahşeti örtemiyordu.
Miştenûr’un eteğine atılmıştı bombalar ama yüreklere düşmüştü. Duyulan sadece acı değil, öfkeydi aynı zamanda. Öfke, Kürdün düşmanına olduğu kadar işbirlikçi ve ihanetçilerine de duyuluyordu. Onlar, Kürtleri sırtından hançerleyenlerdi. Henüz vurulan canların kanları kurumamış, cenazeleri yerde dururken birlik olma çağrısı yapıldı tüm Kürtlere. Çağrıyı yapan ise Botan halkıydı. Bu, onların zayıflığını değil, cesaretini, gücünü ve erdemini gösteriyordu. Türk devletinin zulmünü yıllarca yaşayan ve bundan dolayı cennet topraklarını bırakan, mayınlı sınırlara çoluk çocuk kendini vuran Botan halkı, tüm yaşadığı zorluklara rağmen dünyaya da mesaj veriyordu bir mülteci kampından: “Hiçbir saldırı bizi korkutamayacak ve mücadeleden alıkoyamayacak”.
Yedi ayrı kamp
On iki bin insanın yaşadığı Mülteci Kampı, Irak’ta bulunuyor. Irak Federe Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin sınırları içinde. Kürt halkının deyimiyle Güney Kürdistan’da. 90’lı yıllarda, başta Botanlılar olmak üzere, göçertilen Kürtlerin önemli bir kısmı, dünyanın diktatör olarak bildiği, dönemin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin tarafından buraya yerleştirilmişti. Irak idari yasalarınca Musul’a bağlı olan kamp, Hewlêr’e (Erbil) de yaklaşık elli kilometre uzaklıkta. Kamp, resmi olarak 1998 yılında Birleşmiş Milletler tarafından oluşturulmuştu. Oysa gerçek böyle değildi. Kampın geçmişi çok eskilere dayanıyordu. Uluslararası düzeyde bir mülteci kampı statüsüne sonradan ulaşmıştı. 1994 yılında dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın “Deniz’i kurut, balığı yakala” politikası sonucu yaktığı dört bin köyde yaşayan ve zorla göçertilen Botan halkının kurduğu bir kamptı Maxmûr. Türkiye ve KDP’nin baskıları nedeniyle yaşam alanı bulamayan halk, Maxmûr’dan önce bin bir emekle toplam yedi ayrı kamp kurmuştu. Hepsinden de bir şekilde ayrılmak zorunda kalmıştı. Maxmûr’da kurdukları kamp ise onların, ‘şimdilik’ son durağı oldu. Çorak topraklar üzerinde, kırkayakların dahi susuzluktan yaşayamadığı Maxmûr’da bir cennet yarattılar. Büyük bedeller sonucu ve yaşadıkları tüm baskılara rağmen halk, Maxmûr’da hayatını sürdürmeye devam etti.
Botan’ın direnen kalbi
Bu direngen Botan halkının kahraman, cesaretli, savaşçı duruşuna o gün kendi gözlerimle şahit oldum. Annelerin kendi dillerinden yaşam tecrübelerini dinlediğim ve kitaplarda okuduğum halde, gözlerimle şahit olmak başkaydı. Anlatılanlar az bile kalmış yaşananların yanında. Köyü yakılmış, yerlerinden göçertilmiş, yedi kamp değiştirmek zorunda bırakılan, bu halktan başkası değildi.
Haksızlığa karşı seferberlik ruhuyla yaşıyor ve savaşıyorlar…
İşte o gece de bombardımana rağmen olay yerine koşmaları, bu hakikatten bağımsız değildi. Oluk oluk kan kaybeden yaralıları, arabalara bindirip hastaneye yetiştirmeye çalışmışlardı. Saatlerce zifiri karanlıkta elleriyle et parçalarını ve yaşamını yitiren o canlardan artakalan eşyaları toplamışlardı. Yanık ve yarım kalmış defterlerden teki olmayan ayakkabıya kadar, her yerde onlardan kalan eşyalar vardı. Dört candan geriye kalan bunlardı ve onlar da yarımdı, eksikti. İnsan eti hayvan etine karışmıştı o gece. Kan kokusu unutulmayacak kadar yakıcıydı.
Bir kış gecesiydi ve herkes evinde ayak ayak üstüne atmış, yaktığı sobanın etrafında ısınmanın keyfini çıkarırken Miştenûr Tepesi’nin eteğinde yine bir katliam yaşanmıştı. Adres yine Kürtlerdi. Etik ve vicdanla hiçbir ilgisi olmayan Türk medyası da çarpıtarak duyuruyordu her şeyi. Kürtlerse yitirdikleri dört canın acısının yasındaydı ve uyumamıştı.
Ay utancından kızardı
Vahşetin izlerini ve etrafa dağılmış can parçalarını toplamaya çalışırken gökyüzüne baktım. O sırada saat 22.00’ı gösteriyordu. Her şey bir saat içinde gerçekleşmişti. Bir saat önce yaşayan dört can, bir saat sonra artık yoktu. Beyaz ay, kızıla bürünmüştü. Bombardımanda parçalanan canların kanı sıçramıştı aya. Üstelik katliamın birinci derecede şahidiydi ve utancından bulutların ardına saklanıyordu… Kürtlere karşı hangi pazarlık sonucu bu plan yapılmıştı yine? Mülteci kampıydı burası oysa.
O ayaz gecede kimse soğuğu hissetmiyordu. Gözyaşları donmuştu… Hayat donmuştu…
Ölümü yakıştıramıyorum hiçbirine. Yaşamın en güzelini onlar hak ediyordu. Sordum kendi kendime; hayalleri ve umutları neydi? Son kez kahkahalarla gülmüşler miydi? Saçlarını tarayıp aynaya baktıklarında ne hissetmişlerdi?
Güneşe hasret gittiler. Dört can, dört yürek, dört kadın. Musul ovasında bir günbatımında güneşe uğurlandılar. İsimsiz bir mezar taşı dikildi başuçlarına. Ayak uçlarına kırmızı ve beyaz güller bırakıldı. Toprakları sevdiklerinin gözyaşlarıyla sulandı.