Deprem paraları konusunda şaibeli olan bir iktidar, daha enkazından hâlâ dumanlar tüterken, düzenlenen bir TV şovuyla yeniden para toplayabilmiş ve paranın akıbetinin meçhullüğünü gizlemiştir
Meriç Gök
Pandemiden bu yana toparlanmak şöyle dursun bir türlü belini doğrultamayan ülke ekonomisi zaten son bir yıldır giderek derinleşen bir krizin içine girmiş bulunuyordu. Erdoğan iktidarı tam da bu krizin içinde debelenirken 6 Şubat’ta yaşanan Büyük Felaket, 20 yıllık AKP iktidarının devralıp daha da katmerleştirdiği bütün ekonomik-toplumsal (özelleştirmeler, imar afları ve ‘Yap İşlet’ ve ‘kentsel dönüşüm’ adıyla yürütülen, aslında büyük sömürü ve rant olan müteahhitlik işlerini ve kâr amaçlı şehirleşmeyi, merkezi-yerel idari ve kurumsal vb.) sorunları tümden faş etti.
Büyük Felaket yukarıda kabaca belirttiğimiz birçok şeyin yanı sıra Erdoğan’ın ‘yeni Türkiye’ retoriğinin de nesnelliğini gözler önüne serdi: Ordu birlikleri artık afet zamanında en azından ilk 48 saatte, yani kelimenin gerçek anlamında hayati saatlerde enkaz altından kurtarılmayı bekleyerek sonunda ölen on binlerce afetzedenin yanında değildi‒ Akar’ın bu konuda yapılan haklı eleştirileri savuşturmaya yönelik “Uzaktan böyle ahkâm kesmekle olmuyor. Hududu kim koruyacak, Suriye’de kim kalacak? Suriye’yi mi boşaltacağız, Irak’ı mı boşaltacağız?” şeklinde inandırıcı olmaktan büsbütün uzak açıklamasıyla bırakın ülkenin başka yerlerinde konuşlanmış olan birliklerin acilen deprem bölgesine sevk edilmesi gereğini, sözgelimi sadece İskenderun’da bulunan 6 bin deniz askerinin neden gemilerde bekletilmiş olduğu dahi izah edilemez. İlkokul çocuklarının içine çoğunlukla harçlıklarını koyup teslim ettikleri sarı zarflarıyla ve afetzedelere dağıtılan beyaz çadırlarıyla hatırladıkları Kızılay, çoktan yatırımlarıyla ve bir yardım derneği yöneticisinden çok bir holding CEO’sunu andıran başkanıyla tam bir şirket olmuştu. Bir deprem ülkesinde bekçi kadrosunun ancak üçte biri kadar bir personeli olan AFAD’ı bünyesinde bulunduran içişleri bakanlığı, STK’ların dayanışma ve yardımını özellikle ilk günlerde engellemeyi öncelikli bir görev olarak görebiliyor ve abuk sabuk konuşmalarıyla her daim gündemde olan bakanı “biz bu depremi İstanbul’da bekliyorduk, Maraş’ta bizi hazırlıksız yakaladı” mealinde herhalde sadece hâlâ AKP’ye inanan saf tarikat müritleri tarafından kale alınabilecek laflar edebiliyordu. Ve ilginçtir depremle ilgili en saçma sapan açıklamaları yapan bakanlar, aynı zamanda Maraş depremlerinin böylesine büyük bir felakete dönüşmesinde en çok sorumluluğu olan bakanlar oluyordu ve bunların bazılarının da sakal tıraşı olmayarak hiç soluk almadan fasılasız çalıştıkları izlenimi vermek istedikleri anlaşılıyordu.
Yönetimde olduğu yirmi yıl boyunca çıkarılan imar aflarıyla, şehir merkezlerinde rant uğruna çok katlı yapılaşmalara izin vererek, özellikle toplanan 37 milyar dolar tutarındaki deprem vergilerini depreme hazırlık için kullanmak yerine yandaş müteahhitlere peşkeş çekerek ve 2013 yılında Gezi başkaldırısından duyduğu öfkeyle apar topar TMMOB’den intikam alırcasına meslek odaları tarafından yapılan bina denetimini özel şirketlere vererek 6 Şubat depremlerinin büyük bir felaketle sonuçlanmasından birinci derecede sorumlu olan Erdoğan ve bakanları, yani siyasal iktidar, depremden sonraki ilk 48 saatte gereken müdahaleyi yap(a)mayarak belki de kurtarılabilecek binlerce insanın ölümünden de sorumludur. Kaldı ki depremi izleyen saatlerde ve sonraki ilk günlerde alabildiğine ağır davranılmış olmasını Erdoğan da kabul edecek ve üçüncü günü “İster istemez bazı gecikmeler, eksiklikler de yaşanabiliyor” diyecek ve arama kurtarma çalışmalarına zamanında ve gerektiği gibi müdahale edilmediği eleştirilerinin haklılığını zımnen de olsa kabul edecekti. Elbette bu itiraf, onun bu felaketteki sorumluluğunu ne ortadan kaldırabilir ne de hafifletebilir. Depremin üçüncü gününde, deyim yerindeyse can pazarı şartlarında ‘bant daraltması’ denen yöntemle twitter haberleşmesini ağırlaştırarak bir iletişim suçu da işleyen bu faşizan kleptokratik iktidarın adeta suç delillerini yok edercesine var gücüyle ve palas pandıras enkazın kaldırılması işine girişmiş olması dikkat çekicidir.
Yukarıda belirtildiği gibi deprem paraları konusunda şaibeli olan bir iktidar, daha depremin yıktığı binaların enkazından hâlâ dumanlar tüterken düzenlenen bir TV şovuyla yeniden para toplayabilmiş ve İçişleri Bakanı da, sivil toplum kuruluşlarına ayar verme babından paranın akıbetinin meçhullüğünü gizlemekten başka bir anlamı olmayan (“Yardım kampanyası AFAD tarafından gerçekleştiriliyor, onun için toplanan bağışlarla ilgili ne harcandı, ne kadar harcandı, bunun tamamen geçmiş dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de aynı istikamette olacağını söylemek isterim. Bu konuda devletle eş koşmaya çalışan varsa da gereği yerine getirilecektir”) sözler edebilmiştir. Pandemi döneminde, bir yandan gerçek verileri gizlerken bir yandan da attığı lüzumsuz tweet’leriyle sağlık bakanından çok bir PR elemanı gibi çalışan Koca da şehir hastaneleriyle övünen bir iktidarın bakanı olarak, yıllardır boşaltılması için raporlar verilmiş olan devlet hastanelerinde bu raporların gereğini yerine getirmeyerek yüzlerce hastanın ölümünün ve yaralanmasının sorumluluğunu taşımaktadır.
İlk toplantısını 12 Şubat 2022’de yapan 6’lı masanın, bundan tam bir yıl sonra, seçimlere iki ay kala Akşener’in, aday konusunda anlaşamadık diyerek masadan ayrıldığını duyurduğu dünkü açıklamayla bir darbe aldığı açıktır. Akşener’in bu çıkışı, altı parti tarafından oluşturulan masanın eninde sonunda dağılacağını, masanın devrileceğini söyleyip duran Erdoğan’ı doğrulamış olmasının ötesinde, özellikle depreme müdahalenin sevk ve idaresinde son derece yetersiz kaldığı için eleştirilen ve ilk yardım kuruluşlarının ‒AFAD ve Kızılay‒ etkisizliği nedeniyle kendi seçmen kitlesi nezdinde de ağır bir yara almış olan Erdoğan’a seçim öncesinde adeta bir hayat öpücüğü oldu. Ancak Akşener’in masayı terk etmesinden sonra Kılıçdaroğlu’nun sosyalist partileri ziyaret etmeye başlaması, Türkiye’nin geleceğini kurma iddiasıyla yola çıkan masadaki partilerin, solun sosyalist kesimleriyle ve demokrat Kürt hareketiyle aralarına koydukları duvarın da yıkılmış olduğunu göstermektedir‒ depremle birlikte sosyalist partilerin depremzedelerle daha ilk günden oluşturdukları güçlü dayanışmanın da bu duvarın yıkılmasında büyük payı olduğu söylenebilir. Kurulduğundan beri sosyalist ve demokrat Kürt hareketini içeren bir sol ayağı olmayan masanın bu önemli eksiğinin giderilmesi için Akşener’in ayrılışı masada kalanlar için ‒ böyle bir şey düşünüyorlarsa ‒ bir fırsat olabilir. Masanın sosyalist ve demokrat Kürt hareketiyle takviye edilip edilmeyeceği aynı zamanda önümüzdeki sürecin, her yönden ağır hasarlı ülkenin restorasyonuyla sınırlı mı kalacağını yoksa yeni bir ülkenin inşasına mı dönüşeceğini de gösterecektir. Kentleri yağmalayan ve doğayı talan eden bu beton/inşaatperest vahşi kapitalizmi dizginlemeye ve yol açtığı ekolojik yıkımı durdurmaya yönelik adımların atılabilmesi için, ekolojiye kesin öncelik verilerek izlenecek kamucu ekonomi-politikalarla ve her alanda devlet dışı sivil örgütlenmelere tabandan yukarıya dayanarak eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumu tahayyül eden inisiyatiflere karar vericiler olarak yer veren politikalarla her bakımdan yıkılmış olan ülkede, gerçekten bir yeniden inşa sürecine başlayabilmek için ‒ tabii böyle bir derdi olanlar açısından‒ masanın sol ayağına mutlaka ihtiyaç vardır.