Tarihin asıl olarak sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söylerken Marx, tarih biliminden ya da anlatısından değil, toplumun hareketinin temel yasasından söz ediyordu […] Ama idam edilişinden 48 yıl sonra Deniz Gezmiş’in yeni kuşaklara “içeriden” ve dışarıdan takdim ediliş biçimine bakarak diyebiliriz ki, tarih yazımı da tarihi anımsama ve anlatma da pekâlâ bir sınıf mücadelesi konusudur.
Bunun bir yolu hiç olmamış gibi davranmak […] Ancak bu yol, herkes aynı yoldan gitmedikçe pek bir yere varmıyor. Deniz Gezmiş’i, onun idamını unutmak, 12 Mart yarı-darbesini de unutmadıkça pek mümkün değil. Türkiye’nin yakın tarihinde şimdi tanık olduğumuz pek çok gelişmeyi tetikleyen bu askeri müdahale üzerine söz söylemeden bugün hakkında akıl yürütmek olanaksız. O yüzden içinden Deniz Gezmiş’in idamını ayıkladığınızda tarih üzerinde süre giden sınıf mücadelesinde dilsiz kalıyorsunuz!
İkinci yol, Deniz’in idamını savunmak! Böyleleri azınlıkta olsa da hâlâ var. Bunların seçkin örneklerine, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam hükmünün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanmasına “evet” oyu kullanan başta Süleyman Demirel olmak üzere o zamanın Adalet Partisi milletvekilleri arasında rastlanıyor(du). Ama, şerhlerle! Bu savununun başlıca dayanağı şu cümle: “O zamanın koşulları öyle icap ettiriyordu!”.
[…] Bu cinayete “görev gereği” katıldıkları halde kurbanlarına “sempati” ile dolu olanların hatırlama biçimi de kendine özgü bir başka kategori oluşturuyor. 12 Mart’ta görev yapmış, resmi “anarşist avı”nın emeklileri gözleri dolu dolu anımsarlar Deniz’i: “Yiğit çocuktu!”. Tuhaf ama bu hatırlama biçimi devletlû mevzularda hep “derin”e bakarak konuşan “apoletli” ana akım medyasının da zorunlu olarak başlıca klişesidir. 12 Mart günleri boyunca “anarşist” Deniz Gezmiş’in idamına kamuoyunu hazırlamak için “psikolojik harekât” yürüten, “dezenformasyon” kampanyalarının başlıca mecrası olan Türk medyasının baronları, her şey olup bittikten sonra Deniz Gezmiş imgesini “kendi” ikonları mertebesine çıkartmaya kadar vardırabilir.
Gerçek, Deniz Gezmiş artık yoktur. Deniz Gezmiş imgesinin bir popüler ikon olması ise bir vakıa. O zaman bu imgeyi içermenin bir yolu olmalı! Bu yolu Ertuğrul Özkök bulmuştu: “Deniz Gezmiş’e yazık oldu! Hiç insan öldürmemişti. Mahir Çayan öyle mi? Gaddardı o.”
Bunlar Deniz Gezmiş’e dışarıdan bakışlar. Sözüm ona “içeriden” bakışların daha derine gittiğini ve ölümünün üzerinden yaklaşık yarım asır geçtikten sonra gözlerini tarihe çevirenlere hakiki bir anlatı sunduğunu kim söyleyebilir.
İşin aslı, al bayraklara sarılmış imgelerin berisinde Deniz Gezmiş’ten bir “Cumhuriyet” şehidi yaratmak, onu idam etmeyi savunmaktan da çok hüner istiyor […] Deniz Gezmiş imgesini, beyaza boyamak, Türkleştirmek ve “Atatürk devrimleri”nin bir neferi olarak yeniden kurmak için onun yaşam ve mücadelesinin her bir anını siyasal gelişiminin evrelerini titizlikle ayıklamak, ayrılan parçaları yeniden bir araya getirmek ve böylece sentetik bir Deniz yaratmak zor iş. Ama zorunlu gene de. Bu Cumhuriyetçi ideolojinin prizmasından bakınca bir devrimcinin idam edilmemesini ancak “komünist olmama” şartına bağlı olarak savunmak mümkün. Yoksa Mustafa Suphi’nin yok edilişini meşru ve mazur görmek de açıklanamaz.
Bu versiyonda en büyük zorluk Deniz’in hayatının son anının nasıl hatırlanacağında, o hakikat anının nasıl yeniden kurulacağında, besbelli. Bu içeriden anlatının, bir ideolojik bulamaca döndüğü yer de tam burası. Deniz, hayatına son verilirken, bütün yaşamının anlamını 16 kelimede özetlemiş, ama bu 16 kelime, “yasaya aykırı” olduğu gerekçesiyle yargıç tarafından “infaz tutanağı”ndan çıkarılmıştı. Bu “yasak” beyaz, Türk, ve “Cumhuriyetçi” Deniz imgesini meşrulaştırmanın başlıca kaldıracı olageldi uzunca bir süre.
Ölümünden 48 yıl sonra, Deniz’i genç kuşaklara kendi olduğu gibi, nasılsa öyle anlatmanın önünde artık bir “yasal” engel de kalmamışken onu Cumhuriyetçiden, Türkçüden, Atatürkçüden kendi “ideolojik” evreni dışında kalan her şeyden ayıran son sözleri bu kez Deniz’in kısa tarihinden ayıranlar onun imgesini sosyalistlere karşı bir ideolojik silaha dönüştürmeyi umabilirler.
Bunları basit yanılgılar olarak görmemeli. Kendilerine ait popüler ikonlardan yoksun, hiçbir sahici toplumsal mücadelenin öznesi olmayan milliyetçi ve devletçilerin siyasal hasımlarıyla mücadelede yeni kuşakları devşirmek için Deniz’i bir rozete dönüştürmeye ihtiyaçları var. Değişim arzusuyla tutuşan gençlere düzen içi bir “efsane”ye indirgenmiş Deniz imgesini “rol model” olarak sunmak, sentetik bir Deniz Gezmiş tarihiyle enternasyonalistlere meydan okumak pekâlâ mümkün. Meğer ki, sosyalistler kendi tarihleri üzerinde süre giden sınıf mücadelesine bigâne kalmış olsunlar.
Deniz’i “bizim” yapan, hiç tereddütsüz “bizim Deniz’imiz”, “Mare Nostrum” diyebilmemizi sağlayan şey 6 Mayıs 1972 şafağında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi avlusunun duvarlarında yankılanan ve Türkiye’nin en ücra köyünden bile duyulan şu son sözleriydi:
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!”
Ama yeni kuşaklara bizim Deniz Gezmişimiz’in aslına sadık bir portresini sunmak, hâlâ tamamlanması gereken bir iş olarak duruyor karşımızda. Üstelik post-Marksist sayıklamaların, milliyetçi hezeyanların daha da yüksek sesle tekrarlandığı bir çağda her yıl daha da zorlaşan bir iş…
_________________
* Bu yazı Mayıs 2005’de aylık sosyalist yayın Siyasi Gazete’de yayınlanmış ve daha sonra bianet.org‘da iktibas edilmişti.[ https://m.bianet.org/biamag/siyaset/60630-mare-nostrum.] Bu kısaltılmış ve yeniden düzenlenmiş basımın son yıllarda siyasete adım atan ve 1971 direnişine ve Deniz’e sempatiyle bakan ama yazının tartıştığı sorunsala aşina olmayan yeni kuşağın hatırlamanın da bir sınıf mücadelesi alanı olabileceğini düşünmesine yardımcı olmasını dilerim.