Fransız Sarı Yelekliler hareketi günümüz siyasetinin kalbindeki bir sorunu açığa çıkarıyor. Yenilikçi ve taze fikirlere pek aldırış etmeden popüler “görüşe” çok fazla bel bağlamak.
Karmaşaya şöyle bir bakmak bile, birden fazla toplumsal mücadelenin ortasında olduğumuzu görmeye yeter. Liberal düzen ile yeni popülizm, ekoloji mücadelesi, feminizmi ve cinsel özgürlüğü destekleyen çabalar artı etnik ve dini mücadeleler ve evrensel insan hakları arzusu arasındaki gerilim. Hayatlarımızın dijital kontrolüne direnmeye çalışmaktan ise söz etmiyorum bile. Öyle ise, tüm bu mücadeleleri, içlerinden birini “gerçek” öncelik olarak ayrıcalıklı kılmaksızın, nasıl bir araya getirmeli? Çünkü bu denge, diğer tüm mücadelelerin anahtarını sağlıyor.
Eski fikirler
Yarım yüzyıl önce, Maocu dalga en güçlü dönemindeyken, Mao Zedung’un “baş” çelişki ve “ikincil” çelişki arasında yaptığı ayrım (1937 tarihli “Çelişki Üzerine” eserinde) siyasi tartışmalarda ortak belirleyen idi. Belki de bu ayrımı yeniden canlandırmamız lazım.
Basit bir örnekle başlayalım: Makedonya ismi meselesi. İsimde bu kadar önemli ne var? Birkaç ay önce, Makedonya ve Yunanistan hükümetleri “Makedonya” ismi sorununu nasıl çözecekleri konusunda bir anlaşmaya vardılar. İsim “Kuzey Makedonya” olarak değiştirilecek.
Bu çözüm iki ülkede de anında radikallerin tepkisini çekti. Yunan muhalifler “Makedonya”nın eski bir Yunan adı olduğunda ısrar ederken Makedon muhalifler bir “Kuzey” bölgesine indirgenmeyi aşağılayıcı buldular çünkü kendilerine “Makedonlar” diyebilecek tek halk onlardı.
Mükemmel olmasa bile bu çözüm, uzun ve manasız bir didişmeye makul bir uzlaşı ile son vermek için bir umut ışığı sundu.
Ama başka bir “çelişki”nin daha konusuydu – büyük güçler (bir tarafta ABD ve AB, diğer tarafta Rusya) arasındaki mücadele. Batı iki tarafı da uzlaşmaya zorladı ki böylelikle Makedonya hızla AB ve NATO üyesi olsundu. Rusya ise tam da aynı nedenle karşı çıkıyordu (Balkanlardaki etkisini kaybedeceğini düşünerek) ve bu yüzden iki ülkede de muhafazakâr milliyetçi güçleri değişen ölçülerde destekledi.
Peki bu durumda bizim safımız ne olmalı? Bence kesin şekilde uzlaşmadan yana olmalıyız çünkü sorunun tek gerçekçi çözümü bu. Rusya sırf jeopolitik çıkarları yüzünden, başka hiçbir çözüm sunmadan karşı çıktı. Bu yüzden burada Rusya’yı desteklemek, Makedon ve Yunan ilişkilerindeki tek soruna makul bir çözümü uluslararası jeopolitik çıkarlara kurban etmek olurdu.
Güç oyunları
Şimdi Huawei’nin finans kurulu başkanı Meng Wanzhou’nun Vancouver’da tutuklanmasını ele alalım. ABD’nin İran yaptırımlarını ihlalle suçlanıyor ve suçlu bulunması halinde 30 yıla kadar hapis cezası alabileceği ABD’ye teslim edilme tehlikesi ile yüz yüze.
Burada doğru olan ne? Tüm büyük şirketler öyle ya da böyle yasaları gizlice ihlal ediyor. Ama bunun “ikincil çelişki” olduğu ve burada başka bir kavganın yaşandığı ortada. Mesele İran ile ticaret değil, dijital donanım ve yazılım üretimi alanında hakimiyet için süren büyük mücadele.
Huawei artık, başka yerde geliştirilmiş makinelerin, yarı-köle emeği ile montajının yapıldığı Foxxcon Çin’ini değil, yazılımın ve donanımın da tasarlandığı bir yer olan Çin’i temsil ediyor. Çin dijital pazarda, ekonomik sıklet ve sayı itibariyle, Sony’si ile Japonya’dan veya Samsung’u ile Güney Kore’den daha güçlü bir aktör haline gelme potansiyeline sahip.
Ama özel örnek verdiğimiz yeter. Evrensel insan hakları mücadelesinde işler karmaşıklaşıyor. Burada bu hakların savunucuları ile, evrensel insan haklarının, standart versiyonlarında gerçekten evrensel olmayıp, alttan alta ayrıcalıklı Batılı değerler (bireyin kolektiften önce gelmesi vb.), dolayısıyla da bir tür ideolojik yeni sömürgecilik oldukları uyarısında bulunanlar arasındaki “çelişki”yi görüyoruz. İnsan haklarına yapılan atıfların, Irak’tan Libya’ya kadar birçok askeri müdahaleyi meşrulaştırma işlevi görmesine şaşmamalı.
Evrensel insan hakları savunucuları bu görüşe, yerel otoriter yönetim ve baskı biçimlerini belirli bir yaşam tarzının unsurları olarak meşrulaştırmaya hizmet ettiğini söyleyerek karşı çıkıyorlar. Ama burada nasıl karar verilecek?
İkisi arasında bir uzlaşma yetmez, bu yüzden çok net bir sebeple evrensel insan haklarına öncelik verilmeli. Evrensellik boyutu, birden çok yaşam tarzının bir arada var olabildiği bir ortam işlevi görmeli ve Batılı evrensel insan hakları mefhumu, kendi sınırlılıklarını görünür hale getiren özeleştirel boyutu içeriyor. Standart Batılı fikirler yanlı oldukları için eleştirildiğinde, bu eleştirinin kendisi, sahte evrenselliğin çarpıklığını görmemizi sağlayan daha otantik bir evrensellik mefhumuna gönderme yapmak durumundadır.
Ama evrensellik bir biçimde daima mevcuttur, farklı ve en nihayetinde bağdaşmaz yaşam tarzlarının bir arada varoluşu için en mütevazı vizyon bile ona dayanmak zorundadır. Kısacası, bunun anlamı, “baş çelişki”nin farklı yaşam tarzları arasındaki gerilim(ler) değil, her bir yaşam tarzı (“kültür,” onun keyfinin [jouissance] organizasyonu) içinde, onun hususiliği ile evrensellik iddiası arasındaki “çelişki” olduğudur.
Teknik bir terim kullanmak gerekirse, her bir kendine has yaşam tarzı, tanımı gereği “pragmatik çelişki” içindedir, geçerlilik iddiasının altını oyan, diğer yaşam tarzlarının mevcudiyeti değil kendi tutarsızlığıdır.
Toplumsal bölünmeler
Alternatif sağın ırkçı/cinsiyetçi bayağılığı ile siyasi doğruculuğun nato kafa nato mermer düzeltmeci ahlakçılığı arasındaki “çelişki” ile işler daha da karmaşıklaşıyor.
Dolayısıyla, ilerici kurtuluş mücadelesinin duruş noktasından, bu “çelişki”yi baş çelişki saymamak ve onun içinden, sınıf mücadelesinin yerini yitirmiş ve çarpılmış yankılarını bulup çıkarmak kritik önemde.
Faşist bir tarzda, sağ popülist düşman figürü (mali seçkinler ile işgalci göçmenlerin birleşimi), toplumsal hiyerarşinin her iki aşırı ucunu da birleştiriyor ve bu şekilde sınıf mücadelesini bulanıklaştırıyor.
Bunun tam karşısında ve neredeyse simetrisi biçiminde, ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtı siyasi doğrucu mücadeleler, nihai hedeflerinin beyaz işçi sınıfı ırkçılığı ve cinsiyetçiliği olduğunu zar zor gizleyebiliyor ve dolayısıyla onlar da sınıf mücadelesini etkisizleştiriyorlar.
Bu yüzden siyasi doğruculuğun “kültürel Marksizm” gibi gösterilmesi de yanlış. Siyasi doğruculuk, tüm sözde radikalliği içinde, tam aksine, “burjuva” liberalizminin Marksizm’e karşı son savunması; “baş çelişki” olarak sınıf mücadelesinin üstünü örtüyor/yerini alıyor.
Aynısı trans ve #MeToo mücadelesi için de geçerli. Bunlar da tam kalbine uzlaşmaz bir çelişki getiren sınıf mücadelesinin “baş çelişkisi” tarafından belirleniyorlar.
On yıldan uzun süre önce #MeToo kampanyasını başlatmış olan Tarana Burke, yakın tarihli eleştirel notunda, başladığından bu yana geçen yıllar içinde hareketin faillerle ilgili bir türlü geçmeyen bir obsesyon geliştirdiği – bir suçlamalar, kabahatler ve boşboğazlılıklar döngüsü – gözleminde bulundu.
Burke, “MeToo ile ilgili popüler söylemin şu anki halinden kurtulması için özenle çalışıyoruz,” dedi.
“Bunun bir cinsiyet savaşı olduğu, erkek karşıtı olduğu, erkeklerle kadınların karşı karşıya olduğu, yalnızca belirli türde insanlar – beyaz, cisgender, heteroseksüel, ünlü kadınlar – için olduğu havasını değiştirmemiz gerekiyor.”
Yani #MeToo hareketinin, milyonlarca sıradan işçi ve ev kadınının gündelik sıkıntılarına odaklanması lazım. Bu kesinlikle yapılabilir bir şey. Örneğin Güney Kore’de, #MeToo hareketi on binlerce sıradan kadının cinsel sömürüye karşı gösterileri ile patlak verdi.
Fransa’da süregiden Sarı Yelekliler (gilets jaunes) protestoları, bu konuştuklarımızın tümünü özetliyor. Onulmaz sınırlılıkları ise, tam da en çok övülen “lidersizlik”lerinde, kaotik özörgütlenmelerinde yatıyor.
Tipik popülist tarzda, Sarı Yelekliler hareketi devleti tutarsız ve mevcut ekonomik sistem dahilinde karşılanması imkânsız bir talepler bombardımanına tutuyor. Eksiklikleri, yalnızca halka kulak vermekle kalmayıp, protestolarını yeni, tutarlı bir toplum vizyonuna da tercüme edebilecek bir liderlerinin olmayışı.
Sarı Yeleklilerin talepleri ile devlet arasındaki “çelişki” “ikincil”: talepleri mevcut sistemden kök alıyor. Gerçek “çelişki” ise, tüm sosyopolitik sistemimiz ile, protestocuların formüle ettiği taleplerin artık gündem olmadığı yeni bir toplum (vizyonu) arasındaki. Peki nasıl? Yaşlı Henry Ford, ilk seri üretim otomobili piyasaya sürdüğünde, insanların ne istediğine bakmadığını söylerken haklıydı. Özlü bir şekilde ifade ettiği üzere, insanlara ne istediklerini sormuş olsaydı alacağı cevap “At arabamız için daha hızlı ve güçlü bir at!” olurdu.
Bu kavrayış, Steve Jobs’un bednam mottosunda da yankısını bulur: “İnsanlar çoğunlukla siz onlara gösterene kadar ne istediklerini bilmiyorlar.”
Her ne kadar Jobs’un yaptıklarının eleştirilmesi gerekse de, bu mottoyu nasıl anladığı konusunda neredeyse gerçek bir ustaydı. Apple’ın müşterilerden gelen geribildirimleri ne ölçüde dikkate aldığı sorulduğunda lafı yapıştırdı: “Ne istediğini bilmek müşterinin işi değildir… ne istediğimize biz karar veriyoruz.”
Bu argümanın nasıl ters köşe yaptığına dikkat edin. Müşterinin ne istediğini bilmediğini söyledikten sonra, “müşterinin ne istediğini bulmak ve pazarda ‘ona sunmak’ bizim işimiz (yaratıcı kapitalistlerin işi)” diyerek beklenen cevabı vermiyor. Bunun yerine, “ne istediğimize biz karar veriyoruz” diyor – gerçek bir usta böyle çalışır. İnsanların ne istediğini tahmin etmeye çalışmaz. Kendi arzusunun peşinden gider; onu takip edip etmemek insanlara kalmıştır. Yani gücü kendi vizyonuna bağlılığındadır, ondan ödün vermemesindedir.
Aynısı bugün ihtiyaç duyulan siyasi lider için de geçerli. Fransa’da protestocular daha iyi (daha hızlı ve güçlü) bir at istiyorlar – bu durumda, ironik şekilde, otomobilleri için daha ucuz akaryakıt.
Oysa akaryakıt fiyatının artık önemli olmadığı bir toplum vizyonuna ihtiyaçları var. Tıpkı, otomobillerden sonra at yeminin fiyatının hiçbir önemi kalmadığı gibi.
*www. dunyadanceviri.wordprees.com’dan alınan bu yazı Serap Şen tarafından çevrilmiştir.