Solun, sadece Türkiye solunun değil, dünya solunun da politik ve toplumsal mücadelesinin son 30-35 yılı bir “kör döğüşü” içinde geçiyor duygusu sizde de yok mu? Akıtılan onca ter, çekilen onca acı elbette bir yerde birikiyor, ama “tam isabet”le mücadele edemediğimizi, hatta şu an içerisinde yer aldığımız reel-sosyalist hareketin sınıf mücadelesinin gerçek dünyasının dışına düşmüş olabileceğini, devrimci teori ve politika ile sınıf mücadelesinin gerçek dünyası arasındaki ilişkinin onarılması gerektiğini düşünmekten de kendimi alamıyorum. Söylemeliyim ki durum “kendini alamamanın” biraz ötesinde; uzun bir süredir bunun üzerine düşünüyorum, okuyorum, kendimle ve başkalarıyla tartışıyorum. Bu tartışmaları, çalışmaları olumlu bir sonuca taşıyabilmek için daha çok okumam, tartışmam ve konuya tam olarak odaklanıp sistematik bir biçimde yazıp paylaşmam gerektiğinin de farkındayım. Ama anlaşılan gündelik hayat dertlerini, hepimizi etkileyen politik anaforları ve 45 yıllık bir devrimci politik yaşantının sırtıma yüklediği günlük sorumlulukları bir kenara bırakıp bunları yapmaya geçmek de kolay olmayacak. İki buçuk ay içinde üç yakın arkadaşımı, İsmail Levent’i, Nail’i ve Ali Gaffar’ı toprağa verdikten sonra, belki de üzerinde düşündüğüm konuları, bana heyecan veren bulguları ve bunlardan hayal meyal çıkarsamaya başladığım sonuçları berrak ve sistemli bir biçimde toparlamayı hiçbir zaman başaramayacağımı da düşünmeye başladım. O yüzden, ben hakkını vererek yapamasam da hakkını verecek zihinlerle buluşması için, bulduğum her fırsatta, “kafamdaki büyük sorular”, “farkettiğim yeni olgular”, “ilk kez benim akıl ettiğimi sandığım çıkarsamalar” üzerine yazmaya karar verdim.
Bu yazı, o yazıların ilki.
Kapitalizme 1980’lerden bu yana “birşeyler” oluyor. “Hiçbirşey olmadıysa bile birşey olmuyor”, çok büyük birşeyler oluyor. Kapitalist üretim tarzının “mantıksal” işleyişi ile gerçek dünyası arasındaki açı çok büyük bir hızla kapanıyor.
Şöyle bir düşünelim; Marx’ın, “bilimsel sosyalizm”i içerisinden çekip çıkarttığı 19. yy ortası Avrupa kapitalizminin cirmi ne kadardı? Kapital’in sayfalarına gömüldüğünüzde bütün dünyanızı kuşatan kavramların, (meta, sermaye, emek gücü, değer, artık-değer vd.) tanımladığı kapitalist üretim ilişkileri yeryüzünün ne kadarında geçerliydi (bakın “hakimdi” bile diyemiyorum). Geçelim “yeryüzünü”, o dönemde kapitalist üretim tarzının “hakim olduğu” ileri sürülebilecek en “ileri” ülke olan İngiltere’de insanlar temel gereksinimlerinin ne kadarını meta üretiminden sağlıyorlardı? İngiltere’de nufusun ne kadarı geçim araçlarını satın alarak sağlamak zorunda olduğu ve bunları satın almak için emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmadığı için “işgücü”nü satan işçilerden oluşuyordu? Bu soruları, 19.yy kapitalizmin göz bebeği İngiltere’nin sahip olduğu “sömürge imparatorluğu”nun bütününe kıyasla, Güney Amerika’nın, neredeyse bütün Asya, Afrika ve Okyanusya’nın toplumlarına kıyasla soralım bir de. Marx, öngördüğü, insanların gereksinimlerin tamamına ancak metalar olarak ulaşabilecekleri, yani marketten alacakları bir dünyanın ne kadar da uzağındaydı. Marx’ın öngördüğü “sermayeye dayalı üretimin genelleşmesi”, yani toplumsal üretimin bütün konularının sermayeye dayalı üretimin uhdesine geçmesi için ne kadar uzun bir zamana, ne kadar çok imparatorluğun kurulmasına-yıkılmasına, ne kadar çok sömürgecilik biçiminin icad edilmesine, birbirinin yerini almasına, ne kadar çok devlet biçiminin, hegemonyanın, tarihsel blokun kurulmasına, ne kadar çok savaşa, göç hareketine, toplumsal alt-üst oluşa ihtiyaç vardı. Ama bunların hepsi yaşandı ve bir noktaya geldik. Artık dünyanın tamamı kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği altında.
Son otuz yıl içinde gereksinimlerimizin neredeyse tamamının meta üretiminin konusu olduğu bir dünyaya geçmekle kalmadık, “temel gereksinimlerimiz” dediğimiz şeyler muazzam bir dönüşüm geçirdi ve tabii bu “yeni temel gereksinimler” daha ortaya çıktıkları anda meta formunun dışında ulaşılması imkansız olan “ürünler”di.
Sermayeye dayalı üretimin genişletilerek sürdürülebilmesi için artık bir “gereksinim üretimi endüstrisi” iş başında. Marx bir ürünün meta biçimini kazanabilmesi için onun bir değişim değeri içermesi gerektiğini ama bu değerin “gerçekleşmesi” için de mutlaka bir “kullanım değeri”ne sahip olması gerektiğini söylemişti. “Kullanım değeri” metanın içerisindeki “somut insani unsur” gibi görünüyordu. Çünkü Marx’ın dünyasında gerçek ve somut insanlar, bu mallarla gerçek ve somut ihtiyaçlarını karşılıyor, yaşamlarını sürdürüyor, emek güçlerini yeniden üretiyorlardı, karınlarını doyuruyor, evlerini ısıtıyor, çocuklarını büyütüyor, sevdikleriyle hoşça zaman geçiriyorlardı. İnsanların “yeni gereksinimleri” onların maddi-toplumsal varlıklarıyla doğrudan, net ve insan merkezli bir ilişki içerisinde kendiliğinden-doğal bir biçimde kendilerini gösteriyordu ve (örneğin “yaşama hakkı”, “eğitim hakkı”, “sağlık hakkı”, “sosyal güvenlik hakkı” gibi konular üzerinden) sınıflar arasındaki mücadelesi içerisinde biçimleniyordu. Bugün yeni kullanım değerlerinin ortaya çıkışında tam tersi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu hissediyoruz. Son yıllarda “ihtiyaç” duyduğumuz yeni şeylerin ne kadarının “doğal”, “kendiliğinden” ihtiyacımız haline geldiğini düşünürsek bu noktadaki “farklılaşmayı” daha iyi farkederiz.
Sanayii, tarım ve hizmetlerle karşılanan bu gereksinimlerin tamamının sermayeye dayalı üretimin konusu haline getirilmesini hedefleyen neoliberalizm bu hedefine ulaşırken bir başka sonuç yaratmış görünüyor: Kapitalizm o kadar büyük bir mülksüzleştirmeye ve bunun sonucu olarak o kadar büyük bir sermaye birikimine yol açtı ki artık bu sermayenin değerlendirilebilmesi için, yeni kullanım değerlerinin toplumsal üretiminin endüstrileştirilmesine gidiliyor. Bunun için, yeni kullanım değerlerinin üretiminin, sınıf mücadelesinin basıncından kurtarılması gerekiyor.
(Bana ayrılan alanı aştım. Devam edeceğim.)