İçselleştirdiğimiz sosyalist dünya görüşünün önemli ilkelerinden biri de herhangi bir ulusu topyekûn yargılamayı reddetmesidir. Milliyetçilerden farklı olarak dünyaya sol perspektiften bakanlar bu tuzağa kolay kolay düşmezler. Ancak bir yandan da kimi gelişmeler kaçınılmaz olarak kimi genellemeleri gündeme getiriyor.
Avukat Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın adil yargılanma talebiyle başlattıkları ölüm orucu sürecinde yargısından yandaş medyasına, iktidara çok ciddi bir görmemezlik, duymamazlık, bilmemezlik çemberiyle kuşatıldığına tanık oluyoruz. Bu aşamada binlerce, on binler hatta yüz binlerce insanın canı yansa da mesele tarihe geçtiğinde topyekûn duyarsızlığımız konuşulacak. Umalım ki mesele istenmeyen bir noktaya varmadan sonuçlansın ve tarihe geçecek olan da onların yaşamını kurtarmak için yürütülen mücadele olsun.
Meseleye tarih perspektifinden baktığımızda kimi toplumların yüz yıllar içerisinde izledikleri siyasi tercihlerde akıl almaz bir ısrarın varlığını gözlemleriz. Türkiye toplumu da benimsediği düşmanları, öykündüğü ve ulaşamadığı toplumlar, bunlar karşısında içine düştüğü kompleksler itibariyle tarihi bir tutarlılık izliyor. Örneğin bölgesinde çok köklü bir kültüre sahip olan Pers toplumuyla tarihin bütün zamanlarında içine düştüğü karşıtlığı reel politik ne gerektirirse gerektirsin, üzerinden atamıyor. Aynı şeyi iliklerine işlemiş Ermeni ve Yunan düşmanlığı, Moskof karşıtlığı, Haçlı paranoyası ve buna bağlı olarak büsbütün Batı düşmanlığı için de söyleyebiliriz.
Bir yandan iki asırı aşan bir süreye yayılan Batılılaşma gayreti kendi içinde bir savunma refleksi olarak Batı düşmanlığını da besledi. Cumhuriyet bu ikilemde kesin bir tavır takınarak ‘muasır medeniyet’ ülküsünü Batılılaşma ile bağlandırdı. İmparatorluğun çöküşüne giden süreçte hezimetin faturası doğru okunamamıştı. Siyasi akıl 1789’daki Büyük Burjuva Devrimi’nden sonra halkların uluslaşma bilinci geliştirerek geleneksel emperyalist yayılmacılıkta gedikler açtığını göremedi. Meseleyi gerileme dönemi padişahlarının yeteneksizliğiyle, aymazlığıyla açıklamak en temel argüman haline geldi. Oysa aynı dönemde üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu, Latin Amerika’yı sömürgeleştiren Portekiz ve İspanya, Afrika’da pek çok ülkeyi sömürgeleştiren Belçika Fransa ve İtalya, hepsi de sömürgelerini teker teker kaybettiler. Osmanlı’nın toprak kaybını bu bütünlük içinde değerlendirmeyip doğrudan kendisine yönelik ihanet olarak değerlendirildi. Dahası, Cumhuriyet Rejimi ve onun ideologları kendi emperyalist geçmişini görmezden gelerek ‘Kurtuluş Savaşı’ adıyla antiemperyalist mücadele efsaneleri türetti.
Bu tuhaf inkâr ve çarpıtmada ülkenin sözde solcu aydınları da aynı koroya katıldılar. Sonuçta antiemperyalist mücadele onur duyulacak bir şeydi. İşin aslıysa Osmanlı’nın bilfiil emperyalist bir yapılanma olması. Bu tespite karşı emperyalizmin sosyalist literatürün kalıplaşmış tanımıyla ‘kapitalizmin en yüksek aşaması’ olarak değerlendirdikleri için bu emperyalist siyaseti de yadsıdılar. Onlara göre kapitalizmin gelişmesiyle bir sanayi oluşacak, bu sanayinin ihtiyaç duyduğu ham maddeler için de yoksul ülkeler istila edilecekti. Emperyalizmi sadece bu kalıp içerisinde değerlendirdiler ve tabii fena halde yanıldılar. Öncelikle imparatorluk ve emperyal sözcüğünün anlam birliğini görmezden geldiler. Evet, Batı toplumları Marksist öğretide tarif edildiği gibi sanayilerinin ihtiyaç duyduğu yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin peşinde yayılmacılık siyaseti gütmüşlerdi. Evet, Osmanlı’nın böyle bir ihtiyaç gösteren sanayisi yoktu ama bunun olmayışı denizaşırı ülkeleri haraca bağlamayı, işgal etmeyi, oralara sömürge valileri atamayı başka bir kelimeyle açıklamaya izin vermiyor.
Tuhaf olan, Cumhuriyet’in kuruluşundan 100 yıl sonra halen bir dizi bağımsız ülkeye ‘ecdat mirası’ gözüyle bakıp oralarda bir kez daha egemenlik oluşturma çabalarının toplumdan gerektiği gibi tepki görmemesi. Daha da tuhafıysa günümüz Türkiye iktidarının bu yanlış hesapta yalnız olmadığı. Türkiye’nin ‘ecdat mirası’ olarak tarif ettiği hinterlandlar kimileri için de ‘arka bahçe’ olarak değerlendiriliyor. Sağ liberal politikacıların dünya barışını tehdit ettikleri bu sürecin adı ‘Yeni Dünya Düzeni’ ve küresel kapitalizmin ihtiyaçlarıyla şekillenen ‘Globalizm’. İlginçtir, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra liberal filozoflar gelmekte olan yeni düzeni ‘mikro milliyetçilikler çağı’ olarak tanımlamışlardı. Nitekim, Neoosmanlıcılığın açmazı da bu mikro milliyetçiliklerin direnciyle akamete uğrayacak olması. 100 yıl sonra bölgede hiç kimse bir daha sömürge valilerine ve onların kiralık askerlerine biat etmeye niyetli değil.
Çıkmaz yolda ısrar etmek belki de genlere işlemiş bir koddur ve sonucu da bir kez daha ülke insanının yoksulluğu ve ödeyeceği ağır bedeller olacaktır.