Doç. Dr. Bülent Küçük
31 Mart ve 23 Haziran seçimleri bize Türkiye’deki toplumsal kutuplaşmanın “dindarlık -sekülerlik” veya Türklük- Kürtlük gibi kültürel/sembolik sınıflandırmaların ötesinde nasıl mekânsal ve sınıfsal ayrışmalar üzerinden yürüdüğünü gösteriyor. Seçim sonucunda ortaya çıkan nominal tercihleri mekânsal/tarihsel bir bağlama oturttuğumuzda, siyasi tercihler/zihinsel temayüller ile sınıfsal konumlar arasında ne tür ilişkiler olduğu görülebilir. Türk, Müslüman, Kürt gibi yerleşik kimliklerin her birinin içerden yarıldığına tanıklık ediyoruz. Sözünü ettiğimiz toplumsal fark kategorilerinin analitik değerlerini yitirdiği toplumsal ve siyasal bir konjonktürün içinden geçmekteyiz. Seçim sonuç tablosuna baktığımızda İslamcıların, milliyetçilerin ve Kürtlerin birbirine karşıt bir şekilde konumlanmış iki ittifakın her iki tarafına dağıldığını görüyoruz. Peki bu iki bloğun oluşumunu fazladan belirleyen -ve fakat çıplak gözle görünmeyen- “büyülü” faktör(ler) nelerdir? İlkin seçimlerin en çarpıcı sonuçlarına hızlıca bakalım.
Bir: 31 Mart ve 23 Haziran seçim sonuçlarını gösteren haritaları renklendirerek göz önünde bulundurduğumuzda ilk bakışta gördüğümüz noktalardan bir tanesi, CHP’nin (İYİ Parti ile birlikte) geleneksel olarak hapsolduğu büyük şehirlerin orta ve üst orta sınıf merkezi bölgelerden ve kent düzeyinde mahallelerinden çıkarak mesela İstanbul’da Üsküdar ve Fatih gibi eski muhafazakâr mahallelerden de ciddi zemin bulduğunu görüyoruz. Ana akım muhalefet hem mekânsal hem de sınıfsal olarak tabanda genişlemektedir
İki: Ekrem İmamoğlu’nun (CHP ve İYİ Parti’nin toplamının çok ötesinde) aldığı oyların dağılımına baktığımızda, bu seçimde CHP/Millet İttifakı’nın kentin çeperine itilmiş olan göçmen-dindar kent yoksullarını kısmen de olsa saflarına çağırabilmiş olmasıdır. Mesela Sultanbeyli’den 2014 öncesinde sadece yüzde 9 oy alabilen CHP, oyunu sürekli arttırmış ve son seçimde Millet İttifakı’yla oyunu burada yüzde 33’ün üzerine çıkarabilmiştir. AKP’nin “oy deposu” olarak bilinen Bağcılar, Esenler, Ümraniye, Güngören gibi çeper mahallelerde iki blok arasındaki farkın kapanmaya yakın olduğu görünüyor. Buna karşın Beşiktaş, Kadıköy, Bakırköy ve Şişli gibi merkez yerlerde bu fark CHP/İYİ Parti lehine yer yer iyice açılmış ve Millet İttifakı’na olan toplumsal destek yüzde 80 bandının üstünde kalmış. Elbette, Anadolu ve Doğu Karadeniz menşeili, eğitim düzeyi düşük, dindarmilliyetçi kent yoksullarının yaşadığı kenar mahalleler hala AKP ve MHP’nin esas tabanını oluşturuyor. Bu tespit iktidarın kendi yarattığı zengin sınıfından ve orta ve üst orta sınıf mahallelerden taban bulamadığı anlamına gelmemelidir. Son 17 sene içinde kamusal kaynakların AKP’nin hem kendine yakın çeşitli sivil toplum kurumlarına, vakıflara, okullara, sendikalara -bağışlar yolu- aktarıldığı, hem de inşaat ve hizmet sektöründen müteşekkil zengin sınıfına ihaleler yolu ile bir servet aktarımı olduğuna dair çok şey yazıldı.
Üç: Millet İttifakı’nı batıdaki büyük şehirlerin hemen hemen tamamında (Bursa hariç) iktidara taşıyan asıl büyülü güç ise kentli Kürtlerden alınan kitlesel destektir. Büyülü diyorum çünkü, 1990’lardan bu yana bu desteği almak ana akım bir siyasi partiyi iktidara taşıdığı gibi, bu desteği kaybetmek bir iktidarı alaşağı edebilmektedir. Nitekim, RAWEST ve TEAM araştırma şirketlerinin 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerine dair yaptıkları araştırma verilerine göre İstanbul’da ikamet eden Kürt seçmen sayısının bir buçuk milyon olduğu ve bunun yaklaşık bir milyonunun Ekrem İmamoğlu’na; 350 bin ile 400 bin arasındaki Kürt seçmenin de Binali Yıldırım’a oy verdiği tespit edilmişti. Bu oldukça çarpıcı bir fark; zira her 3 Kürt seçmenden ikisinin İmamoğlu’na oyunu verdiği anlaşılmaktadır. HDP seçmenlerinin sadece “Kürt kökenli Türkiye aşığı vatandaşlardan” (kısaca KKTAV diyelim) müteşekkil olmadığını, 150-200 bine yakın HDP seçmeninin de “Türk kökenli Türkiye aşığı vatandaşlardan” (buna da kısaca TKTAV diyelim) meydana geldiğini düşünürsek, İmamoğlu’na oy veren her 4 kişiden birinin HDP’li olduğunu görürüz. Kürt seçmenler elbette İmamoğlu’na iltimas geçmek veya bir tür “al başkanlığı ver İSPARK’ı” pazarlığı karşılığında otopark işine girmek için değil, stratejik oy vermek suretiyle iktidara kaybettirmek için siyasi bir tavır aldılar. İmamoğlu’nun gençliği, aile fotoğrafı ve dinamizmiyle kentli Kürtlere Demirtaş’ı çağrıştırdığını ve hatta İmamoğlu’nun Demirtaş’ın deniz görmüş bir replikası gibi durduğunu söylemek de mümkün. Bu nedenle Demirtaş’tan boşaltılan yerin İmamoğlu tarafından -şimdilik temsilen- doldurulduğunu söylersek yanlış olmaz. Diğer yandan, hizmet politikası vaadi ve muhafazakar habitusuyla da İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu‘dan ziyade Erdoğan’ın yerine göz diktiğini de söyleyebiliriz.
Toplumsal farklılaşma ve çeşitlenen siyasal temayül
Yazının başında sorduğum soruya, iki bloğun oluşumunu fazladan belirleyen faktörlere geri dönersek. Seçim sonuçları muhafazakarların ve milliyetçilerin kendi içinde sınıfsal ve mekânsal olarak nasıl çeşitlik gösterdiğine ışık tutuyor. Daha doğrusu, seçimler toplumsal çeşitlenmenin ve farklılaşmanın söz konusu kesimlerin siyasi tercihlerine nasıl yansıdığını ifade etmekte ve nihayet bu sonuçlar AKP’nin (ve elbette MHP’nin) söz konusu sosyolojik farklılaşmayı bir arada tutacak siyasi bir asabiyeyi ortaya koyamadığını ve dolaysıyla liderin büyü bozumuna uğradığını görmemizi mümkün kılmaktadır. İktidar partisinden kopuş eğiliminde olanlar kent yoksullarından çok orta ve üst orta sınıf elit-muhafazakâr çevrelerden geliyor ve bunda şaşılacak bir durum yok. Mütedeyyin kentli üst sınıfları temsil eden, Gül, Babacan, Atalay ve hatta daha emperyal İslamcı bir çizgide duran Davutoğlu gibi figürlerin ve teknokratların aslında orta sınıflaşan (ve bireyselleşen) eğitimli muhafazakarların hukuk devleti, bireysel özgürlükler ve demokrasi gibi temel taleplerini siyasete tercüme ettiklerini görüyoruz. Buna karşın, Dissensus araştırma şirketinin de tespit ettiği gibi, AKP’ye sadakatle bağlı kent yoksulu taban ekonomik krizden ve siyasi gerilimlerden şikayetçidir ancak bu sorunları yine AKP’nin çözeceğine inanmaya devam etmektedirler. Dolaysıyla memnuniyetsizlikler bu kesimde henüz farklı siyasal tercihlere tahvil olmamaktadır
Muhalif tahayyülün kapsamı ve sınırı
Yakın vadede nasıl bir siyasi tablo ile karşı karşıya kalacağımıza dair bir şey demek oldukça güç olsa da bitirirken yakın gelecekte iki noktanın çok önemli olacağını öngörebiliriz. Birinci nokta iktidar cephesinde parti içi çoklu çatımaların ve ittifak düzleminde dağılma seyrinin ve bunun kapsamının nasıl ve ne hızda olacağına ilişkin meseledir. İkinci nokta ise ana muhalefetin kentli Kürtlerin kitlesel desteğinin devamlılığını sağlayacak siyasi marifetine ilişkin olan meseledir.
Bilindiği gibi Kürt figürü, hem sembolik olarak değersizleştirildiği ve siyasi olarak dışlandığı için, hem de metropollerin (Suriyeli mülteciler haricinde) enformel sektörlerinde çalışan emekçi kent yoksullarının önemli bir parçasını oluşturduğu için yerleşik toplumsal hiyerarşinin en dibini ifade etmektedir. Toplumun en dibini oluşturanlar sayıca çoğunlukta olduklarına göre onların desteğini almak istencinde şaşılacak bir durum yok, asıl marifet bu kitlesel desteğin nasıl tedarik edileceği yöntemi ile ilgili. Bu desteğin alınması sanıldığının aksine başta Kürtler olmak üzere diğer dışlanmış kimliklerin aldatılması veya satın alınması yolu ile mümkün olmuyor. Ancak ezilenlerin sıradan hayatları cezbedici bir gelecek vaadiyle büyülenebilir ve karşılıklı coşkulu duygusal bir bağın kurulması yolu ile bu kesimler mobilize edilebilirler. HDP/Demirtaş referansı ile İmamoğlu figürüne atfedilen anlam bu -geçici- bağı kurabildi diyebiliriz.
Bu toplumsal desteğin yeniden üretimi ise toplumun en kenar mahallelerinde yaşayan kentli Kürtlere dokunabilen somut ve katılımcı siyaseti üretebilmekten, onların duygusuna hitap edebilecek sembolik dili kurmaktan ve hayatlarını kolaylaştıracak kurumları inşa edebilmekten geçiyor. Bu da Kürt Kökenli İstanbul Aşığı Vatandaşlara (buna da kısaca KKİAV diyelim), otopark işletmesi vermekten ziyade,- bir tür kent hakkı olarak- başta Kürtçe olmak üzere, İstanbul genelinde ve ilçelerde çok dilli hizmet olanaklarını açmak gibi dışlanan grupları onurlandırıcı pratiklerle hizmet sunmaktan geçer. Buna benzer bir şekilde, şiddet gören kadınlara sığınma evleri, kreşler, kadınlara ve gençlere mesleki eğitimler ve çalışma imkanları gibi fark yaratacak muhtelif pratikler ilk akla gelenler. Bütün bunları sıralarken, bir merkez partisi olarak yeniden konumlanan CHP’nin bir yandan stratejik olarak ittifak ettiği İYİ Partilileri ve ulusalcıları, diğer yandan tanınma talep eden KKTAV’ların toplumsal desteğini nasıl bir arada tutacağı bir muamma olarak duruyor. Başka bir ifadeyle mevcut iktidarın ikbali aynı zamanda muhalif bloğun gücünü ne ölçüde konsolide edeceği ve sosyal ve çok kültürcü belediyecilik faaliyetleri üzerinden biriktireceği meşruiyeti ve toplumsal gücü ulusal düzeyde siyasal alana nasıl tahvil edeceğine bağlı diyebiliriz.
Bütün bunları sıralarken yeni CHP’nin gelecek tahayyülünün radikal demokratik pratikleri kapsama alanı dışında bıraktığı ve bırakacağını hatırlatmaya gerek görmüyorum. Malum, ana akım muhalefet ezilen toplumsal kesimlere sırf formel – hukuki eşitlik vaadinde bulunmakta ve demokrasiyi siyasal ve hukuki bir rejime indirgemektedir. Oysa, hakiki bir demokratik bir rejim, toplumsal eşitliği kendine dayanak yapacak sosyal bir rejim olmak durumundadır, yoksa sırf yönetici elit sınıfın muhtelif kültürel gruplardan gelen münferit figürlerle çeşitlemesinden ibaret değil.
Muhalefetin yeniden konumlanması
AKP devleti kendi muhafazakâr milliyetçi tabanında bile çeşitlenen toplumsal talepleri otoriter bir şirket mantalitesiyle idare ederken ve tabanda toplumsal ve mekânsal olarak gittikçe daralırken, CHP’nin aynı konjonktürde tabanda genişlediğine tanık oluyoruz. İktidar partisi olmasına karşın, söylemi ve siyasi tavrıyla gittikçe bir marjinal parti görüntüsü veren AKP’ye karşı, CHP’nin kendisini popüler bir merkez partisi gibi konumlandırdığını görüyoruz. CHP bu dönemde hem kentli orta sınıf milliyetçilerden ve muhafazakârlardan, hem de HDP’nin ana tabanını oluşturan kentin çeperine itilmiş kent yoksulu (Küçükçekmece ve Esenyurt gibi) Kürtlerden destek alabildi. Bugün Bursa, Kayseri ve Konya dışındaki bütün büyük metropoller CHP veya HDP tarafından idare edilmektedir. AKP ve MHP gittikçe Anadolu’nun taşrasına sıkışıp gettolaşırken, Türkiye nüfusunun çoğunluğunu ve ekonomisinin ezici gücünün ve yaratıcı entelektüel sermayesinin ekseriyetini oluşturan büyük şehirlerin tamamının muhalefet partilerinin kontrolünde olması AKP’nin akıbeti hakkından çok şey söylemektedir. Bu durum iktidarın hem maddi sermaye hem de kültürel sermayeden yoksun kalan Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle bir “topal ördek” konumuna düştüğünün vesikasıdır.