İngiliz iktisatçı ve sosyal bilimci David Harvey ‘Yeni Emperyalizm’ kitabında, mülksüzleştirme yoluyla birikim ve genişletilmiş yeniden üretim arasındaki dengenin çoktan birincisi yönünde bozulduğunu ve bu eğilimin giderek daha da derinleştiğinden ve bunu yeni emperyalizm denen şeyin belirleyici noktası olarak görmekten başka bir şeyin mümkün olmadığını belirledi. Harvey, bu anlayışın ilk kez Irak’ta, dünya düzeyinde jeopolitik olarak nasıl davranacağını gösterdiğini not etti.
Özellikle genişletilmiş yeniden üretim olarak nitelenebilecek olan küreselleşme sürecinde sermaye için sınırların tamamen ortadan kaldırılmış olması bile beklenen büyümeyi sağlayamadı. Üstüne üstlük son yıllarda can yakıcı biçimde yaşanan küresel ekolojik krizde sermayenin önünde büyük bir tıkaç olmuş durumda. Alternatif üretim politikalarıyla yeni birikim alanları oluşturma hedefi ile büyümeyi yakalamaya çalışan kapitalist sistem bunda da aradığını bulamadı.
Kapitalizmin yüzündeki maske artık çözülmeye ve gerçek yüzü olan ‘mafya’ silueti daha net ortaya çıkmaya başladı. İnsanların, emeğin, kadının, çocuğun, ağacın, hayvanın, toprağın üzerinde kurduğu baskı ve sömürüyü gizleme gereği bile görmeden hareket edebilir bir hal aldı. En gerici ve faşist yönetim biçimleri, birçok ülkede ortaya çıkarken aradan kolaylaştırıcılar (bürokratlar vb.) devre dışı bırakılarak şirketler direkt olarak yönetimlerin başına geçti. Kapitalizmin en büyük iddialarından biri olan ‘sosyal devlet’ iddiası ise yerle bir oldu.
Artık bir mafya düzeninde tüm devlet gücünü elinde toplayanlar, istedikleri kararları ve uygulamaları tek elden hayata geçirmeye başladı. Bu durumu en net gördüğümüz ülkelerden birisi de maalesef içinde yaşadığımız Türkiye. Kendi yaptıkları yasalara dahi uyma gereği duymadan, imzaladıkları uluslararası sözleşmeleri iplemeden 3-5 şirketin hakimiyeti ve çıkarı uğruna 82 milyon insanı kendisine köle yapma arzusu içinde hareket edilme süreci epeydir işletiliyor. Bu gücü halktan aldıklarını iddia etseler de böyle bir gerçekliğin olası olmadığı cümle alem tarafından uzun süredir açıkça görülebilmekte.
Tam bir mafya düzeni Türkiye’de yerleştirilmiş durumda. Bu düzeni tehdit edebilecek birçok unsur ise terörist yaftası ile cezaevlerine doldurulurken bazıları ise canlarını kurtarmak adına yurt dışına kaçtı. Halen mevcut sisteme karşı mücadele ve örgütlenme yürüten kesimler arasında ise ciddi bir birlik oluşturulamamış olması büyük bir sorun olarak yaşanmakta.
Benzer süreçler ise dünyanın dört bir yanında görülüyor. Brezilya ve Filipinler bu sürece verilebilecek özellikteki diğer örnekler. Emperyalist kapitalist sistemin Harvey’in tespit ettiği gibi mafyavari yağmacı yaklaşımları Türkiye’de ve birçok ülkede muktedirler tarafından kopya edilerek kendi sömürü ve birikim alanlarını yaratma sevdasını ortaya çıkardı. Bu amaçla emek ve doğa üzerinde büyük bir baskı kurularak ilerlemeye çalışan mafyavari ülkeler aynı zamanda dış ülkelerden çıkar elde etmek adına savaşlara ve işgallere yönelmeye başladılar. Türkiye’nin Suriye ve Libya politikaları tam da bu eksende yeni emperyalizm biçiminden rol çalarak ilerleme çabasında.
Harvey’in vurguladığı mülksüzleştirme yoluyla birikim alanı yaratma adımları Türkiye’de uzun süredir yaşanmakta. Kürt illeri başta olmak üzere İstanbul’da ve en son Çeşme’de açıklanan el koymalar daha önceki kamulaştırma adı altında yapılan el koymalara benzeniyor. Turizm alanı olarak belirlenip Turizm Bakanlığı’na tahsis yapılırken Turizm Bakanı’nın bir turizm tekelinin sahibi olması bu özel durumu açığa çıkarmakta. Şehir Hastaneleri ile halk bu hastanelere mahkum edilirken, Sağlık Bakanı’nın bir sermaye grubunun sahibi olması dikkat çekici. Eğitim sisteminin tamamen paralı hale getirilme adımlarıyla özel eğitim kurumlarına yapılan desteklere bakınca yine karşımıza bir sermaye grubu patronunun Bakan olduğunu görmekteyiz.
Artık kolaylaştırıcı bürokratlara ihtiyaçları yok ve kendi karınlarını kendileri kesebilmekte. Balık baştan koktuğu bilinir ve ABD bu balığın en büyük başı. Mafyavari bir dünya ile yüz yüzeyiz ve bu mafyavari devlet yapılanmalarının tam da içinde yaşama tutunmaya çalışan halkların ise birer unsuruyuz. Ne yapmalı sorusunu kendimize sormamız gerekiyor ancak dünyada yaşanan süreçten içinde bulunduğumuz coğrafyayı ayırmadan sorumuza yanıt vermek zorundayız.