Hak etmediği bir makamı işgal eden kişi özgüvenini kısa sürede yitirir. Makamı elinden alınacak korkusu içinde paranoyaklaşır, saldırganlaşır, kan döker. Shakespeare’in Macbeth’inden söz ediyorum, zamanımızın muktedirinden değil. Macbeth, İskoçya’da geçen bir trajedidir. Yaşandığı dönemde referandum, genel ve yerel seçimler gibi günümüzün demokratik mekanizmaları olmadığından, iktidarın meşruluğunu başka mekanizmalar belirler. Bunların başında asalet ve kan bağı gelmektedir. Macbeth, kendisine konuk gelen Kral Duncan’ı öldürür ve cinayeti o güne kadar birlikte davrandığı muhafızların üzerine yıkar; sorgu/sual olmaksızın muhafızları suçlar ve öldürür. Kral’ın taht varisi oğulları, kendilerinin de öldürüleceği korkusu içinde ülkeden kaçarlar. Macbeth böylelikle mutlak iktidarı ele geçirerek saraya yerleşir ve kral ilan edilir.
Mutlak monarşi devri çoktan geride kaldı. Saraylar yüzyıllar önce yıkıldı ya da müze oldu. Hayatta kalan İngiliz Kraliyet Ailesi gibi monarşiler, törensel ve turizm amaçlı müesseselere dönüştü. Ama muhterislerin hak etmedikleri makamları işgal etme arzuları asla tükenmedi. Zamanımızın başat liyakat koşullarından biri olan tahsil derecesini ispatlamaktan aciz olmak ihtirası frenlemeye yetmiyor. Yine geçmiş devirlerin asalet ve kan bağı koşullarının zamanımızdaki muadili, seçim kazanma kuralı, sandık başı oyunlarıyla çiğnenebiliyor. Böylelikle hak edilmeyen siyasal gücün, Macbeth’in cinayeti misali hileyle gasp edildiğine tanık olabiliyoruz. Üstelik işgalin ardından, güç ve erk paylaşımı mekanizmalarını ortadan kaldırarak saraylar inşa ediliyor, mutlak monark olma ihtirası içinde adımlar atılıyor.
Macbeth’in bir özelliği, karısı tarafından sürekli kötü yola sürüklenişidir. Bu boyutu, Shakespeare ve döneminin misojenizminin dışavurumu olarak işaretleyip konu dışı bırakmak gerekiyor. Bir de kanbağı koşulunu oluşturmak için kendi yerine getirebileceği bir çocuğu ya da damadı yok. Karısının vicdan azabı içinde intiharı sonucu bu ihtimal geçici de olsa kilitleniyor. Bu özellikler bir yana, altı çizilmesi gereken üç boyut var. Birincisi, Macbeth en fazla birlikte yola çıktığı, omuz omuza savaşlardan geçtiği en yakın dostlarının ona karşı dönmesinden feci şekilde korkuyor. Bu nedenle onları uzaklaştırıyor, tasfiye ediyor, hatta öldürüyor. İkincisi, Macbeth korktukça zalimleşiyor. “Aklım akreplerle dolu” diyor karısına: “Kötülük başlayınca kendini yeni kötülüklerle güçlendirir.” Rakibi olmasından korktuğu herkesi zindana atıyor. Çok kan döküyor; kendi halkına, yani krallığının tebası olan kavimlere karşı toplu katliamlar gerçekleştiriyor. Üçüncüsü, Macbeth içine yerleştiği kraliyet sarayında hayatın gerçekliğinden kopuyor. Kendisine bütün bu olan biten öncesinde kral olacağını müjdeleyen bir cadılar topluluğunun dünyası içinde yaşıyor. Bu nedenle de sürekli hayaletler, olmayan nesneler, halüsinasyonlar içinde debeleniyor. Başlangıçta bu gerçeklik-ötesi varlıklar ve hayali kahinler, onu pohpohlayıp şişiriyorlar. Kraliyet makamına layık olduğunu, dünyada ondan daha büyük olmadığını, bir nevi “dünya lideri” olduğunu, hatta neredeyse “mehdi” ya da “zamane peygamberi” gibi ilahi bir misyonla donanmış olduğu fikrini aşılıyorlar. Macbeth, gayrımeşru iktidarına böyle yürüyor. Ama sonra bu halisünatif kozmos, ona ortadan kaldırdığı meşru düzeni temsilen Kral Duncan’ın hayaletini, ortadan kaldırdığı yoldaşlarının yüzlerini, katlettiği kavimlerin kanlı cesetlerini göstermeye başlıyor. Özetle, Macbeth gerçeklikten kopuyor ve mutlak güç sahibi oluşu kadar, iktidarının ve hayatının sonunu hazırlayan da bu kopuş oluyor.
7 Haziran 1 Kasım 2015 tarihleri arasında bu topluma yaşatılanların bir sürçü lisan sonucu gündeme yerleştiği bir zamanda yaşıyoruz. Kürdistan illerinin seçilmiş belediyelerine yapılan saldırı, ardından Canan Kaftancıoğlu’na hangi nedenle verildiği toplum nezdinde çok iyi bilinen yüklü hapis cezası, İçişleri Bakanı’nın İstanbul’u art arda iki seçim zaferiyle fethetmiş kent yönetimini lağvetme tehdidi gibi olgulara tanık oldukça Macbeth’in gerçeklikten kopuş ve şiddet sarmalına savruluş süreci içinde kendi sonunu kendi elleriyle hazırlaması trajedisine yeniden bakmak ihtiyacı hasıl oluyor.
Bir de son ayrıntı: Macbeth’in sonu bir asilin elinden değil hatta doğal bir doğumla dünyaya gelmiş birinin değil, annesinin rahminden sökülüp koparılmış bir “soysuz” olan Macduff’un elinden gerçekleşiyor. Bu da kulaklara küpe olsun.