Eski Londra Belediye Başkanı Boris Johnson artık Birleşik Krallık’ın yeni Başbakanı. “Anlaşmasız Brexit” hedefini gerçekleştirebilirse Krallık “Birleşik” kalır mı o meçhul, ama ırkçı boşboğazlar enternasyonalinin küresel yükselişi sürüyor.
ABD Başkanı, Johnson’ı hemen “Britanya’nın Trump’ı” ilan etti. O da Trump gibi bir cümlede iki yalan söylemekten hiç hicap duymayışıyla; karmaşık ve zorlu meselelere uyduruk çözümler önerişiyle; zenginlere ve havadan para kazanmaya duyduğu aşkla; yoksullara, siyahlara ve mültecilere beslediği tiksintiyle biliniyor. Ekonomiyle bütün ilgisi ve iktisattan anladığı sermaye, faiz ve rant gelirlerini vergiden bağışık kılma hırsından ibaret. Ama “anlaşmasız Brexit”in iş dünyasını alt üst edeceği uyarılarına “başlarım iş dünyasından” diye uluorta diklenecek kadar da “popülist” bir lümpen.
Saman sarısı saçları, portakala çalan ciltleriyle dünyanın geri kalanına ilk bakışta ne kadar yabancı görünseler de tarzı siyasetleri, söylemleri, antientelektülel ve özgürlük karşıtı zihniyetleriyle çok tanıdık ve çok “yerel”ler ve her yerdeler. Bu lümpenlerin kıymetini herkesten önce anlamakta Erdoğan’ın eline kimse su dökemez. Trump daha seçilmeden “Ulusal Güvenlik Danışmanı” Flynn’e Cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneğinden neler ödendiği ortaya saçılınca devletin başındaki kişinin kumaştan anladığı belli olmuştu.
Erdoğan Johnson’ı da gözden kaçırmamış. Onun, kendisini tiye alan TV şovu yüzünden Almanya’da mahkemelik olduğu komedyen Jan Böhmermann’a destek vermek için hakkında yazdığı pespaye yergiyi de bilmezden gelmiş: “Bu yeni dönemde Türkiye-Birleşik Krallık ilişkilerinin daha da gelişeceğine inanıyorum.” İnanır elbette. “Muhafazakâr” Erdoğan’dan başka kim inanabilirdi Roma’daki “bunga bunga” partileriyle magazin medyasının dilinden düşmeyen eski İtalya Başbakanı Berlusconi’nin oğlunun nikah şahidi olabileceğine.
Erdoğanvari siyasetten yaka silkenler doğru bir örnek için başlarını nereye çevirseler hayal kırıklığı. Her yerin kendi “Erdoğan”ı var: O, “Al ananı da git…” diyorsa, ötekiler de her ne geliyorsa dillerinin ucuna, analı babalı, onu İngilizce, İtalyanca, Rusça, Portekizce, Macarca veya Lehçe söylemekten ar etmiyorlar. Filipinler’in Duterte’si “komünist terörist” kadınların bacak aralarından vurulması için emirler yağdırırken, Brezilya’nın Bolsanarosu bir kadın milletvekilinden şöyle söz edebiliyor: “Tipim değil, fırsatım olsaydı da ona tecavüz etmezdim. Buna değmez.” Derken, AB’nin doğu kanadından Orban’ın sesi yükseliyor: “Macaristan’da demokrasinin mutlaka özgürlükçü olması gerekmez; bir şey özgürlükçü olmasa da pekala demokratik olabilir.” Dilleri, kökenleri, coğrafyaları ne kadar farklı olsa da hepsinin ortak özellikleri kişisel servetlerinin kamu görevinde geçirdikleri her yıl geometrik olarak artmasında; bu anti-komünist, ultra-milliyetçi, kadın düşmanı, homofobik, güvenlikçi ve savaş düşkünü tiranların iktidarıyla “organize suç” arasındaki göbek bağında.
Lümpen kavramı siyasete Karl Marx’la girmişti. Marx 1848 Avrupa devrimlerini değerlendirirken “toplumun cürufu” olarak nitelediği “gayrimeşru âlem” erbabını işçilerden ayırt etmek üzere bu kitleyi Almanca “paçavra” anlamına gelen “lümpen” sözcüğüyle kodlamıştı: Lümpenproletarya. Marx’ın burjuva toplum çürüdükçe aynı “cüruf”un “kaymak tabakası”na sirayetine dair tespiti de en az ortaya attığı kavram kadar önemliydi: “Mali aristokrasi, servet edinme tarzıyla olduğu kadar zevkleriyle de lümpenproletaryanın burjuva toplumun doruklarında yeniden doğuşudur.”
Kendilerini biricik sanan bütün o bağnaz, ultra-milliyetçi, benmerkezci “yerli ve milli” şeflerin hep bir arada zuhur edişlerinin tılsımı işte burada: Uluslararası mali sermayenin din, dil, ülke ve sınır tanımayan çürüyüşünün dünyayı tamamen gayri milli bir şekilde her yerde kendi suretine büründürmesinde. O yüzden doğru bir “örnek” için gözlerini dış dünyaya çevirenlerin “yukarı”ya değil “aşağı”ya bakmasında fayda var. ABD’de, Birleşik Krallık’ta, Meksika’da, Türkiye ve Kürdistan’da hayat ve gelecek “aşağı”da akıyor!