Zafer Yörük
Erdoğan’ın şapkasındaki tavşanların sonuncusu Zaho katliamıydı. Suruç katliamının yedinci yıldönümünde, Lozan antlaşmasının 99’uncu yıldönümünün de hemen öncesinde gerçekleşti. Bu çirkin tavşan, beklenenin tam aksi etki yarattı. TSK’nin Irak topraklarında sürekli artan mevcudu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden aşağıya dünya kamuoyu tarafından sorgulanmaya başladı.
Zaho katliamının hemen ardından Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu binası yakınına dört füze düştü. Katliam hakkında oldukça tereddütlü ve sessiz kalan Türk makamları bu girişim karşısında derhal sert kınamalarda bulundular. Onlara göre Irak’ta gerçek iç güvenlik tehdidinin TSK değil ‘teröristler’ olduğu böylelikle kanıtlanıyordu. Ama füzelerin konsolosluk binasını ıskalamış olması; düşük bütçeli, masrafsız, hasarsız kotarılmış bir gizli servis manipülasyonu ihtimalini akıllara getirdi. Hakan Fidan’ın 2014’te sarf ettiği sözler henüz kulaklardan silinmiş değil. “Gerekirse karşıya üç adam gönderir bu tarafa beş füze attırırız” diyordu; dört füze atıldı…
Sihirli şapkanın çirkin tavşanı, başladığı işi SİHA suikastı kılığında Rojava’da sürdürdü. Üç kadın DSG savaşçısı Rojava’da katledildi. Hayatını kaybedenler arasında Batı kamuoyunda IŞİD teröristlerinin korkulu rüyası olarak ünlü komutan Jiyan Tolhindan’ın da oluşu, Türkiye ve Erdoğan aleyhine bir uluslararası öfke ve kınama dalgasının daha konusu oldu.
Önümüzdeki hafta içinde Erdoğan şapkasını alıp Soçi’ye gidecek; Putin’le görüşecek. Tahran’da açıkça refuze edilişinin üzerine bu kez Batı ambargosuna uymama, buğday koridoru ve muhtemelen Rus gemilerine Boğazlardan geçiş kolaylığı gibi taahhütler karşılığı Rojava işgali icazeti koparmak umuduyla gidecek. Ama boş bir şapkayla, yani tavşan yerine “bölgesel gelişmeler konusunda fikir teatisi; iki ülke arasındaki ticaret hacmini artırma” ve benzeri şablon beyanlarla dönmesi kuvvetle muhtemel. Bölgeden, Suriye rejimiyle DSG arasında anlaşma sağlandığı ve Türkiye sınırı boyunca Suriye ordu güçlerinin mevzilenmekte olduğu haberleri geliyor.
Yaklaşan seçimleri her halükârda kaybedeceği artık kesinleşen Erdoğan rejiminin, Rojava’ya saldırarak seçimleri askıya alma ve ardından ‘şehitler’, ‘gaziler’ demagojisi üzerinden bir kez daha popüler olma yolundaki son umudunu da tükettiği anlaşılıyor. Ankara, son on yıl boyunca ‘sert güç’ potansiyelini dibine kadar denedi ve yenildi; şimdi bir askeri resesyon döneminin başlaması kaçınılmaz görünüyor.
Yeni dönemde, İslamcı ve neo-Osmanlıcı ideolojik kayma altında hortlayan maksimalist ya da Enverist İttihatçılığın Misakı Milli yorumu da ciddi bir güç kaybı yaşayacak. Geçen yüzyılın başında İttihatçı iktidarın güçlü maksimalist kanadının temsilcisi Enver’in ‘büyümezsek küçülürüz’ şiarına ikna olarak Cihan Harbi macerasına giren Osmanlı devleti yıkılmıştı. Arta kalan asker ve sivil bürokrasi, Kemalist önderlik altında birleşirken Osmanlı Meclisi’nden devraldığı Misakı Milli haritasının bütününü yeni ulus-devlet sınırlarına dahil etmeyi başaramamıştı. İttihatçılığın minimalist kanadı olarak tanımlanabilecek Kemalizm, ‘savunulabilen sınırlar içinde kalma’ tezine sarıldı. (Bu terminoloji, gazeteci Ömer Kürtgözü’nün ufuk ve zihin açıcı analizlerinden ödünç alınmıştır.)
Lozan Antlaşması, bu minimalist ya da Kemalist İttihatçı doktrini tescilleyen uluslararası hukuk dökümanıdır. Bu antlaşma sonrasında gerçeklik ilkesine uygun ‘dışarıya açılırsak elimizdeki toprakları da kaybederiz’ argümanıyla hareket eden Kemalistler çevre ülkelere yönelik yayılmacı değil savunmacı bir siyaset uyguladılar. İçeride ise İttihatçı program en sert şekliyle Anadolu ve Mezopotamya halklarına dayatıldı: ‘Türk ol ya da yok ol’.
21’inci Yüzyıl’ın başlangıcıyla birlikte ne Lozan antlaşmasının tartışmaya açılması ne de cumhuriyetin geleneksel diplomat kadrolarının Erdoğan tarafından ‘monşerler’ olarak adlandırılarak tasfiye edilmesi tesadüf sonucuydu. Bu, Türkiye devletinin ve onun etrafında kümelenmiş egemen güçlerin Kemalist ulus-devlet projesinin konsolidasyon haddine ulaştığı ve artık maksimalist ya da Enverist İttihatçılık için yeterince güç toplanmış olduğu tespitinin bir sonucuydu. Bu tespitin Erdoğan’ın neo-Osmanlıcı hilafet hevesiyle örtüştüğü noktada MHP-AKP koalisyonu ile dışa vurulan ittifak gerçekleşti. On yıldır yaşanmakta olan sınır ötesi askeri saldırganlık ve sert güç sınama siyasetinin buradan çıktığı anlaşılıyor. Misakı Millicilik, pan-Türkizm ve pan-İslamizm gibi ideolojiler bu siyasetin eklektik doktrinini oluşturdu.
Avrupa’nın büyük güçleri arasındaki rekabetten yararlanarak Osmanlı’yı ihya edebileceği hayalini kuran Enverist maceracılığın ömrü dört yılda tükenmişti. Günümüzde Erdoğanist yayılmacılık olarak tezahür eden maksimalist sınır ötesi yayılma hamlelerinin özellikle son on yıldır zirve yaptığı gözlendi. Zaho katliamı ve Rojava’da SİHA suikastları, neden olduğu uluslararası öfke ve kınama dalgasıyla birlikte bu dönemin kapanmış olduğunu gösteriyor. Küresel güçler arasındaki kamplaşmanın, soğuk savaşın bitişiyle başlayan otuz yıllık belirsizlikten sonra yeniden netleşmekte olduğu görülüyor. Küresel düzen yeniden konsolide olurken Erdoğanist fırsatçılığın ve onunla birlikte maksimalist İttihatçılığın manevra alanı daraldıkça daralıyor, hareket koşulları buharlaşıyor.
Başlayan askeri resesyon, gerçeklik prensibine ve minimalist argümana dayalı dış politikaya dönüşü de beraberinde getirecektir. Dış siyasette yaşanması kaçınılmaz bu Kemalist-İttihatçı restorasyonu gerçekleştirecek siyasi özneler altılı masa etrafında ısınma turlarına devam ediyorlar. Bitmekte olanın teorik ve pratik mimarlarından Ahmet Davutoğlu’nun da bu ekiple birlikte davranmakta olmasının muhtemel sonuçları kaygı verici. Daha da kaygı verici olanı, İyi Parti’nin kısmen taşımakta olduğu İttihatçılık sancağını açarak ‘Türk ol ya da yok ol’ siyasetini yeniden dayatma ihtimali.
Her şey çok güzel olacak; ama ancak demokratik öznelerin mücadeleyi sürdürmeleri koşuluyla…