24 Temmuz, Lozan Antlaşması’nın 97. yıl dönümüydü. 1923 yılında imzalanan bu antlaşmayla Kürdistan’ı 4 böldüler. Antlaşma üzerinden neredeyse yüzyıllık bir zaman geçti. Yaklaşık bir asırlık bir zaman geçmesine rağmen antlaşma temelinde hayat bulan Kürdistan ve Kürt karşıtı siyaset varlığını sürdürüyor. Türkiye, Lozan Antlaşması’nın içeriğini Kürtlerin inkârı, asimilasyonu ve yok sayma temeli bir inşa gerçekleştirdi. Türkiye’nin bu siyaseti İran, Irak ve Suriye’nin devlet ve siyaset yapısını çok derinden etkiledi. Bu devletler Kürt sorununda temelde Türkiye siyasetini takip ettiler; bir nevi onun Arap ve İran versiyonunu oluşturdular. Türkiye’nin Kürtleri soykırım kıskacına alma politikası bir biçimde bu devletlerin de politikasına ve bölge siyasetine dönüştü, genelleşti. Kürtler üzerindeki uygulama yöntemlerinde de bir kolektifleşme yaşandı; inkâr, asimilasyon, sürgün, katliam, göçertme, ekonomisizleştirme, işkence ve korkutma yöntemleriyle sürdürüldü. Şu da bir gerçektir ki; İran, Irak, Suriye devletleri, Kürt inkârını ve Kürt dilinin yasaklamasını hiçbir dönem Türkiye düzeyine vardıramadılar ve Kürtlerin varlığını hiçbir dönem inkâr etmediler. Tarihi süreç içinde Kürt sorununda iyileştirici adımlar atmaya çalıştılarsa da Türkiye’nin baskısıyla ve tehditlerinin etkisiyle geri adım atmak durumunda kaldıkları dönemler oldu.
Küresel kapitalist sistemle reel sosyalist sistem arasındaki kamplaşmada oluşan dengede, her iki kamp da Kürtleri görmeme temelinde bir politika izledi. Bundan azami düzeyde yararlanmaya çalışan hâkim ulus devletler denge politikasına oynayarak Kürtlere yönelik savaş ve katliam uygulamalarını derinleştirdiler. 90’lardaki Saddam uygulamaları, yine o zihniyetin ve o faşist ruhun bir ikizi olan Çiller-Güreş-Ağar ekibinin devreye soktuğu köy yakma ve faili meçhul yöntemiyle insanları öldürme konsepti çok da uzak bir tarihte gerçekleşmiş değil. Devreye soktukları konsept temelinde, binlerce köyü yakıp yıktılar, milyonlarca insanı göçerttiler ve binlerce insanı katlettiler. AKP iktidarı ise, şimdi, daha üst ve daha yıkıcı bir aşama sergiliyor.
Türkiye’nin öncülüğü temelinde hâkim ulus devletlerinin tekçi, ırkçı temelli geliştirdikleri politikanın ağır sonuçları oldu. Tekçi faşizan zihniyet Kürt halkına bir asırlık bir cehennem yaşattı. Ne var ki; kendilerinin de temsil iddiasında bulundukları toplumlarda bundan dolayı bir cennet elde ettikleri söylenemez. Kürtlere yönelik uygulamaları, hem geçmişleri hem de gelecekleri üzerinde bir utanç vesikası olarak duruyor. Çözümsüzlük ve yok sayma politikalarına Tanrı’ya tapar gibi tapmalarına rağmen, çıkmazlarına çare olduğu söylenemez. Taptıkları şeyin ise bir halka kötülük yapmaktan başka bir şey olmadığı gün gibi ortada. Kürt halkı bu bir asırlık kötülüğe karşı bir asırlık direnişle cevap verdi; büyük kuşatmaya, büyük saldırılara ve büyük imkânsızlıklara maruz kalmasına rağmen, 20. yüzyılın en büyük direnişini ortaya koymayı başardı. Tarih geçmişi çok derin, çok köklü bir halk olduğu için maruz kaldığı zulme dayanabiliyor ve acılarını direnişe dönüştürebiliyor. Kürtlerin demokrasi ve özgürlük mücadelesi böyle bir özü açığa çıkarmada tarihi bir rol oynadı. Bu öncülük sayesinde, Lozan inkârı, Lozan kırımı, Lozan komplosu tarihi bir yenilgi almış ve yeni bir gelecek kurmanın yolunu açmıştır.
20. yüzyıl Ortadoğu’su demokratik, özgürlükçü, vicdanlı bir Ortadoğu olmadı. Avrupa yüzyılın ortasında kendi karanlığıyla hesaplaştı; Avrupa, faşizmin Yahudilere yaptıklarıyla hesaplaştı. Hesaplaştıkça da nefes aldı, aydınlandı, demokratikleşti ve vicdanileşti. Fakat bu yüzleşme, maalesef Kürt politikasına yansımadı. Ortadoğu’nun da kendi karanlığıyla yüzleşmesi ve hesaplaşması gerekiyor. Ortadoğu’nun karanlığı; Kürt sorunudur. Karanlık, gericilik ve faşizm, Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerinde kendisini örgütledi ve örgütlemeye devam ediyor.
Geçmişle hesaplaşma ve yüzleşmenin merkezinde Türkiye olmalıdır; çünkü Türkiye Kürt sorununda çözümsüzlüğün başını çekiyor. Çözümsüzlük politikasının birinci düzeyde oluşturucusu, örgütleyicisi ve yürütücüsü olan güçtür. Türkiye çözümsüzlük politikasını yeni yıkım planlarıyla sürdürüyor. İşgal, dincilik Neo-Osmanlıcılık karmasından oluşturduğu ucube tasavvuru başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına yönelik devreye sokarak yeni yıkımlar peşinde.
20. yy. düzeni bölgede çoktandır işlevsizleşmiştir. Sykes-Picot Anlaşması ve Lozan Antlaşması temelinde kurulan bölge sistemi çoktandır geçerliğini kaybetmiştir. ‘3. Dünya Savaşı’ denilen savaşın koşulları içinde yeni bir düzen arayışı yapılıyor. Bu arayışta ve ortaya çıkan koşullarda, Türkiye ufkunu yeni bir Osmanlıcılık hâkimiyetini kurmaya dikmiş ve Kürtlerin imhasını tamamlamayı kafasına koymuş görünmektedir. İran’da da durum çok farklı değil; İran, ufkunu Şii hilalini pekiştirmeye ve tamamlamaya koyulmuş, İran hâkimiyetinin bir uzantısı konumunda iktidar Şiiliğini tahkim etme peşine düşmüştür.
Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri bir taraftan Sünni Arap bloğunu pekiştirmeye çalışırlarken, diğer taraftan Türkiye ve İran’ın Arap sahasına yönelik egemenlik kurma emellerine cevap olma ve içerde ise İhvan-ı Müslim etkisini kırmakla meşguller. ABD, İsrail ve Rusya ise başka bir telden çalıyorlar. Tüm bu güç odaklarının demokratik temelde kurucu bir projeleri, stratejileri, programları ve bu temelde bir çabaları da bulunmuyor. Kaos, çatışma, savaş ve kutuplaşma eksenli bir politika izliyorlar. Tüm bu güç odaklarından farklı olarak Kürtlerin demokrasi ve özgürlük mücadelesinin ortaya koyduğu alternatiftir. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi ufkunu Ortadoğu halklarının demokratik birliğine özgür ve demokratik bir Ortadoğu’nun gerçekleşmesine koymuştur.
Bu temelde verdiği mücadele büyük bir mücadeledir hem evrenselle hem özgün sunduğu mesaj, ortaya koyduğu düşünsel ve pratik duruş son derece sağlam ve kuşatıcıdır. 21. yüzyılda bölge yeniden şekillendirilirken halkların önünde önemli bir ufuk bulunuyor.