İnsanlığı daha sağlıklı kılmanın yolunun biyo-çeşitliliğe saygı duymaktan geçtiğini belirten Prof. Dr. Thomas Lovejoy, doğayı öncelik alan yeni bir model için çığlıkların yükseldiğini vurguladı
Koronavirüs (Covid-19) salgınıyla beraber ekolojik yıkımın göstergelerinden biri olan canlı türlerinin yok edilmesi de tartışılıyor. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) ve Londra Zooloji Derneği tarafından 2018 yılında yayınlanan raporuna göre; son 50 yılda karasal türlerin popülasyonunda yüzde 38 ve deniz türlerin popülasyonunda yüzde 36 azalma, en fazla kayıp yüzde 82 ile sulak alanlarda ve canlı türlerinde yüzde 60’lık genel bir kayıp yaşandı.
Science tarafından yayınlanan “Yeryüzündeki yaşamın giderek yayılan insan kaynaklı azalışı dönüştürücü bir değişim ihtiyacına işaret ediyor” başlıklı bir araştırmada, yeryüzünün yüzde 70’inin doğrudan değişikliğe uğratıldığı, okyanus yüzeyinin yüzde 66’sının giderek artan kümülatif etkilere maruz kaldığı; sulak alanların yüzde 85’inin 1700’lerden beri yok olduğu ve bin kilometreden uzun nehirlerin yüzde 77’sinin artık doğrudan kaynağından denizlere akamadığı kaydedildi.
Biyo-çeşitlilik kavramını bilimsel alana ilk taşıyan isimlerden olan George Mason Üniversitesi Çevre Bilimi ve Politikası Bölümü’nden Prof. Dr. Thomas E. Lovejoy, konuya ilişkin Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Eylül Deniz Yaşar’ın sorularını yanıtladı.
Ekolojik krizleri türlerin yok edilmesiyle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Biyo-çeşitlilik tüm çevresel problemlere dâhildir ve bütün çevresel problemlerin biyo-çeşitlilik üzerinde negatif sonuçları olur. Şu an açık şekilde anladığımız bir şey var ki o da şu habitat parçalanmasına (ve doğada başka pek çok şeye) neden olarak biyolojik çeşitliliğin kaybolmasına neden oluyoruz. 100 hektarlık bir alandaki habitat parçalanmasının bu alanın içindeki ormanda yaşayan kuş türlerinin 15 yılda ortadan kaybolması ile sonuçlandığını çalışmalarımızda gösterdik.
Yeni koronavirüsün ortaya çıkmasında vahşi hayvan pazarlarının, taze et pazarların rolü nedir?
Salgın insanın doğanın işleyişini muazzam düzeyde ve sürekli devam eden şekilde bozmasının, vahşi yaşam ticaretinin, vahşi hayvan eti ve Wuhan’daki yarasa marketleri gibi vahşi yaşam marketlerinin açık sonuçlarından biri. Daha önce de belirttiğim görüşü tekrarlıyorum, bunu kendimize biz yaptık. Vahşi yaşam ticareti ve marketleri bir patojenin (örneğin, Ebola) kendi normali olan vahşi yaşam içindeki döngüsünden insanlar arasına sıçraması olasılığını büyük ölçüde artırırlar. İnsanların, vahşi hayvanların ve bu hayvanların taşıdıkları patojenlerin temasını, bu patojenlerin kendilerini taşıyacak ikinci bir konak (vahşi ya da evcil başka bir canlı) bulma ve oradan da insanlara taşınma olasılığını artırırlar.
İnsanlığın doğaya-yaşam alanlarına müdahalesinin olası sonuçlarını ve bu müdahalenin koronavirüs pandemisinin ortaya çıkmasındaki rolü nedir?
Patojenler normalde doğada sürekli dolaşım halindedir ve bunun bozulması insan toplulukları arasına sıçramalarına yol açabilir. Her yıl doğada ortaya çıkan yeni patojenler arasından genelde en az iki en çok dört tanesi insanlar için potansiyel yeni hastalıklar olarak tarif ediliyor. İklim değişikliği, vahşi ekosistemlere doğru küçük değişim dalgaları yayıyor ve yukarda bahsettiğim türden sıçramaların ve gelecek pandemilerin olasılıklarını artırıyor.
Virüslerin biyo-çeşitlilik içindeki yeri nedir? Koronavirüs için “savaşılan bir düşman” benzetmesi yapılıyor…
Patojenler doğanın içkin bir parçasıdır, ancak gerekli özen ve tedbirle doğaya yaklaşılırsa bu patojenlerin insan topluluklarına sıçramaları pek olası değildir. Ancak şunu da hatırlamalıyız; (Edward Jenner’a borçlu olduğumuz) aşı kavramının yaratılmasına da bir virüs (kovpoks virüsü) neden olmuştu. Ki aşının icadından beri milyarlarca insan bunun faydasını görüyor. İnsanlığa hizmet etmenin ve insanlığı daha sağlıklı kılmanın yolu doğaya ve biyo-çeşitliliğe saygı duymaktan geçiyor, onları suçlamaktan değil.
Hayatınızın 50 yılını eko-sistemini araştırarak geçirdiğiniz Amazon yağmur ormanlarındaki türlerin yok olması noktasında temel bulgularınız nedir?
Habitat, elbette yaşayan bitkilerden, hayvanlardan ve mikro-organizmalardan oluşuyor. Bu yüzden orman veya başka bir habitat yok olduğunda, bu yaşam alanının unsuru olan biyo-çeşitlilik de, yani bu alanda yaşayan tüm canlılar kayboluyor. Amazon, karmaşık yüzey alanlarındaki buharlaşma (evoporasyon) ve yapraklardaki terleme (transpirasyon) yoluyla aslında kendi aldığı yağışın yarısını kendisi oluşturur. Tropik Atlantik’ten Ant Dağları’na ulaşana kadar sular beş veya altı kez yenilenir.
Bugün, ormanların tahrip edilmesi, iklim değişimi ve sıkça yaşanan yangınlar arasındaki negatif sinerjilerden dolayı Amazon öyle kritik bir noktaya geldi ki yağışlar Amazon’un güneyi ve doğusundaki yağmur ormanlarını desteklemek için yetersiz kalacak. Bu ormanlar muazzam ölçüde biyo-çeşitlilik kaybı, büyük karbon emisyonları ve içinde yaşayan yerli halklar üzerine pek çok etki ile birlikte savanaya (bozkır) dönüşecek. Ancak agresif düzeyde yoğun bir yeniden ağaçlandırma çalışması bu kritik noktadan kaçınmak için bir güven aralığı yaratabilir.
Bu salgın krizine biz çözüm yaklaşımı olarak ekolojik bir perspektif konusunda önerileriniz nelerdir?
İçinden geçtiğimiz mevcut pandemi krizi ve çevresel krizler, doğayı öncelik alan ve insan arzularının doğa ile bütünleştiği yeni ve sürdürülebilir bir model için bir çığlık olarak yükseliyor. Yaşayan Gezegen’in bize söylediğini dinlemek için çok geciktik.
ANKARA