Lou’nın düşüncesi modern zamanların çok ötesine işaret ediyordu, özellikle kadın dünyası için. Zaten başka bir dünyanın onu anlama şansı da yoktu. Onun için,o şeyden önce bir kadın olarak istilaya uğramış kadın dünyasını tekrar inşa etmek uğraşıyordu. Tarihi uzun bir süre boyunca domine etmiş ataerkil ve Ortadoks dünyaya karşı başkaldırmak hiçte kolay bir şey değildi o zamanlar ama Lou bunu yaptı ve kadın özgürlüğünü net hatlarla savundu. Hem entelektüel üretkenliğiyle hem de kadın odaklı mücadelesiyle kadının salt varlığını bille yeni bir evreye taşıdı.
Onu bilgi için susuzluğa çeken özgürlüktü ve kendisinin de olduğu gibi tarihi özgürlük arzusunun mücadelesiydi varlık sebebi. Onun kayıtsız yaşam tarzı, tam da Nietzsche’nin ruhu içinde yarattığı şeydi: yani burjuvazinin ahlakına karşı bir isyandı. Özgürlüğe olan arzu babasının mirasıydı. Çar’ın en eğitimli generalleri arasında sayılan babası, Lou’nun özgürlüğüne asla ket vurmadı, hatta çağın çok ilerisinde bir özgürlük alanı ona tanındı. Aslında Lou’nın bilgi ve özgürlüğe açılına ufku, Hamburg asıllı olan annesinin tanıdığı ve St. Petersburg’da vaaz veren liberal Hollandalı papaz Hendrik Gillot’un karşılaşmasıyla başladı.
O zamanlar daha 18 yaşlarındayken papaz Gillot’la Spinoza, Leibniz, Kant ve teolojiyi tanıdı. Lou, o yıllarda entelektüel değişime bağımlı hale geldi ve bu bağlamda durmadan çalıştı. Öyle bir gayretle çalıştı ki teoloji, felsefe ve mantık üzerine Zürich’te (1880) dersler vermeye başladı. Gece gündüz çalışarak ve kendisiyle kurduğu ilişkinin bağlamını daha da güçlendirdi. Sıkça yer değiştirmek iflah olmaz arzularından biriydi. 1882 yılında tarih, sanat ve mimarinin merkezi olan Roma’ya gitti.
Orada, kadın hakları aktivisti Malwida von Meysenbug ve ayrıca Friedrich Nietzsche ve Paul Rée ve başka birkaç bilim insanı ve düşünürleriyle tanıştı. “Burada hangi yıldızlardan birbirimize aşık olduk?” diye sorar Lou, onu Paul Rée’ye tanıtırken Friedrich Nietzsche’ye. Samimi bir arkadaşlık gelişir aralarında. O kadar yakın olurlar ki birlikte seyahat ederler, aralıksız bir şekilde tartışır ve birbirlerinin metinlerini düzeltirler.
Hayat onları o günün Paris’ine doğru sürükler. Lou, orada ilk romanı olacak edebi skeçler üzerine çalışmaya başlar. Aralarında sıkı gelişen ilişkilerine “üçlü” adını verirler: Lou, Paul ve Friedrich. Lou, tercihen Paris’te bir çalışma ve yaşam topluluğu kurmayı önerir. Adamlar bu öneriden bir hayli memnunlar, ama aynı zamanda telaşlılar çünkü ikisi de Lou’ya “köpek gibi” aşıklar. Hatta Friedrich’in içindeki “Übermensch” Paul’a kendi adına Lou’ya evlenme teklif etmesini ister. Ama Friedrich’in bilmediği ise Paul’un bunu daha önce kendi denemiş olmasıydı. Paul’un başarısızlığı Nietzsche’yi öylesine cesaretlendirmişti ki 1882 yazında, Piedmont’taki Orta Göl’ün yukarısındaki dağlarda birlikte zaman geçirmeyi teklif eder.
Lou teklifi kabul eder ve Nietzsche ile Lou, yazın bir ara zamanında baş başa kalır ve aralarındaki düşünsel tan orada kızıllaşmaya başlar. Lou, bir yıl sonra bir arkadaşına “Nietzsche’yi öptüm mü hatırlamıyorum” diyecekti. Birkaç gün sonra, Nietzsche ona “Aşkın Metafiziği” üzerinden başka bir kur yapar, yanıp söner ve kırbaç fotoğrafının kurgusunu anlatır Lucerne’de. Tekrar hayal kırıklığına uğrar ama asla pes etmez. Sadece Nietzsche’nin kız kardeşi Elisabeth’in entrikaları sayesinde şevki kırılır ve sonunda Paul ile birlikte Nietzschegillerin çemberinden dışarı çıkar. Kalbi acının son sınırına dayanan Friedrich’in Elizabet’e sıkı sarılmaktan başka bir imkanı kalmaz. Lou ve Paul, o yılın sonbaharında Nietzsche’siz, Berlin’e taşınır.
Bunun üzerine Nietzsche yaralanır, hayal kırıklığına uğrar ve ikisine hakaret ettiği mektupları yazar. Aynı zamanda ünlü Zarathustra’sını da o kızgınlıkla kaleme alır ve sonra Lou’nın entelektüel etkisi olmadan bunu yazamayacağını itiraf ediyor. Ama onlara karşı öfkesi hiçbir zaman dinmez ve onu ölüme doğru götüren bir maceraya dönüşür. Elisabeth bu durumu kullanarak Friedrich’in faşizme olan ittihamına kapı aralar. Nietzsche’siz geçen Berlin yılları, Rée ve Lou’dan oluşan topluluk “mükemmellik” düzende bir nizamla devam eder ve tek kadının olduğu bir düşünce çemberi oluşur.
Yine o yıllarda Lou, oryantalist Friedrich Carl Andreas’ı sever ve onunla evlenir ama evlilik o zamanların normları dışında kalan bir birlikteliğe dönüşür. Tam da dönemde, Lou bir mektubunda “sonsuza dek hatıralara sadık kalacağım, asla insan olamayacağım” diye iddialı bir sözü ortaya atar. Lou Paris ve Göttingen’den sonra Münih yakınlarında bir çiftlikte yaşayama başlar. O yıllarda samimi bir dostluk onu René ve Maria Rilke ile birleştirir ve hatta Lou bu dostluktan aldığı feyzle iki dostunun isim bileşiminden oluşan laflarla kendine “Rainer” der. 1885 yılında Lou, ilk romanı “Tanrı için Savaş”ı yayınlar.
Sonra birbiri ardına kitaplar yazar; çok geçmeden başarıyı yakalar ve romanlarının kahramanları, zincirleri kıran ve onlara toplumun normlarını taşıyan kadınlardan oluştu. Onun arkasındaki miras bütün dünya kadınları üzerinde büyük bir etki bırakır.
Bugün Latin Amerika’dan Rojava’ya kadar yeni bir çağın ruhunu tekrardan doğuran kadınların direnişi asla bundan bağımsız değildir. Kendini kendi eylemlerinin öznesi yapabilmiş olan kadınlar, Lou’nın direkt meydan okuması, Clara ve Rosa’nın hayallerinin temsili olarak inşa ediyorlar yeni dünyayı. Dünyanın en geri kalmış bölgelerinden biri olan Ortadoğu’da kadınların önünde diz çöken çağın encinlerinin, Lou’nun elindeki kamçıyı hissettikleri muhakkaktır.
Tekrardan yükselişe geçmeye başlayan ekofeminizm, kadın ve sınıf mücadelesinin ana sebebi Lou’lerin mücadele mirası ve bugünkü kadınların direngen ruhudur. O ruh ki, “ben bir isyanın eteğinde saklayacağım gözyaşlarımı ve devrilmiş cümlelerle anlatacağım hasretimi” diyendir. Burada devrilmiş cümlelerle anlatılan isyanın esas çağırışımı zamanın ruhunu yeniden doğuran kadınların varlık efsununda saklıdır…