Pazartesi günü Ankaragücü –Rizespor arasında oynanan maçın bitimi ile birlikte yaşanan şiddetin görüntüleri herkesi şok etti. Bu hassasiyetin kaynağı ne? Hakem Halil Umut Meler’e saldıran ve onu linç etmeye çalışan Ankaragücü başkanı ve adamları bu cüreti nereden alıyorlardı? Konu ile ilgili konuşan herkesin kullandığı “temiz futbol-temiz toplum” sloganının bir karşılığı var mı? Futbol dünyası ne kadar temiz? Amedspor yıllarca bu tür saldırılara uğramasına rağmen neden kimse bu şiddeti görmedi? Gelin siyaset-sosyoloji-spor üçgeninde bir yolculuğa çıkıp, sorularımızın yanıtlarını bulmaya çalışalım.
Linç kültürü
Genelde, birden fazla insanın kendilerinden farklı etnik, dinsel, siyasal, düşünsel ve ahlaki değerlere sahip insan veya insanlara taş, sopa, bıçak veya fiziksel şiddet ile saldırarak, onları öldürmeye çalışmasına veya öldürmesine linç denir. Linç adı, ABD’den dünyaya yayılan bir tanımlama. Soyadı Lynch olan albay, yüzbaşı ve köle sahibi üç kişi, farklı zamanlarda kendilerine göre suçlu bulduğu insanları, adamlarına döve döve öldürtmüşler. İsim kaynağı buradan geliyor. İktidar ve linç ilişkisine baktığımızda, yaşanan linçlerin üç güç sahibinin çıkarına hizmet ettiğini görebiliriz. Türkiye’de ise linç kültürü cumhuriyetle yaşıt neredeyse. Bilinen en eski örnek, bir süre İngilizlerin himayesinde kalalım diyen gazeteci Ali Kemal’in linç edilmesi olayıdır. 6-7 Eylül olaylarında gayrimüslimlere, Sakarya, Yalova, Manisa, İnegöl, Dörtyol ve birçok batı kentinde Kürt işçi, siyasetçi, öğrenci, esnaf ve vatandaşa, Trabzon ve Rize’de TAYAD’lılara, Maraş, Çorum, Sivas Madımak ve daha birçok yerde Alevilere, solculara, heteroseksüel olmayanlara… Liste uzar gider. Hatta Ahmet Türk Samsun’da saldırıya uğradığında, faşist Yılmaz Özdil “Ağaya proletarya yumruğu” yazısı ile linç girişimini selamlamıştı. Keza aynısı K. Kılıçdaroğlu’na yapıldı. Saldırganın eli öpülüp, çayı içildi.
Linç eylemi sadece dışarıda gerçekleşen bir vahşet değil. Türkiye cezaevleri bu uygulamanın yapıldığı en has alanlardan biri. Kerim Korcan’ın yazdığı Linç romanı, bir cezaevinde yaşanan linçi anlatır. Kadir Güler adlı bir mahkûmun, zamanla Arap Kadir lakabıyla anılmasına giden süreci anlatır. Cezaevi yönetiminin baskıcı uygulamalarına karşı çıkan Arap Kadir, diğer mahkûmlar tarafından linç edilerek öldürülür. Otorite karşısında sünepeleşmiş mahkûmların, otoriteyi kutsama adına işledikleri cinayet sarsıcıdır. Arap Kadir’in diğer mahkûmlarca öldürülmesi, cezaevi idaresince uygulanan bir linçtir. Bazen de ikiyüzlü ahlak mensubu mahkûmların yaptığı linçleri duyarız, okuruz. Kadınlara tecavüzden hüküm giymiş insanların, çocuklara tecavüzden hüküm giymiş bir mahkûmu linç etmeleri de, bir başka patolojik durumdur. Gardiyanların ve askerlerin siyasi mahkûmları döverek öldürmesi ise içerideki linçlerin en olağanlarına örnektir.
Aslında bir bütün olarak baktığımızda, Türkiye’de linççilerin belli başlı özellikleri vardır. Türk-İslam sentezcisi, eril bir söyleme sahip, erkek ve erkekleşmiş kadınlardan oluşmaları, genelde heteroseksüel olmaları, alt-orta gelir grubunun içinde yer almaları (Kürt sorunu ile birlikte, son dönem bu skala biraz genişledi. İçine orta-üst gelir grubuna sahip olanlar da eklendi), eğitim seviyelerinin düşüklüğü ve sanatsal bir seçiciliğe sahip bulunmamaları dikkat çekicidir. Linçe uğrayan kişi veya kişilerin sahip olduğu kimliğe göre, saldıran grubun profil özellikleri içindeki sıralama değişebilir. Ama kimse kusura bakmasın, hepsinde en belirgin karakter, saldırganların Türk-İslam motifleri ile kendilerini donattığını düşünen kesimlerdir.
Futbol neden bu kadar popüler?
İşçi sınıfının oyunu olarak ortaya çıkan futbol, süreçle birlikte doğal olarak diğer sporlardan daha fazla kitle topladı. Burjuvazinin, kara Avrupa’sında insanları köle gibi çalıştırdığı, çalışma saatinin 18’i bulduğu, çocukların berbat koşullarda, daha az ücret ödemek için vahşice sömürüldüğü 19. yüzyılın sonlarına doğru yaygınlaşmaya başlayan futbolun, hızla popüler olması şaşırtıcı değildi. Çünkü toplam nüfusun büyük çoğunluğu işçi veya işsizdi. Bunlar, özel alanlarda yapılan kriket, beyzbol, jimnastik, tenis gibi sporları yapamayacaklarına göre çok basit kurallara sahip, her yerde oynanabilen futbola yöneldiler. Birinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen sosyalist mücadele, emperyal duygularla dünyayı fethe soyunan sömürgeci devletleri ürkütmeye başladı. Tam da bu zamanlarda futbol, bu güçler tarafından keşfedildi. Yığınları etkileyen her şey, emperyalist güçlerin ilgisini çeker, onu kendi hizmetinde kullanmanın yollarını arar. Ekonomik bunalımlar, savaşlar bir süre futbolun popüler olmasını engelledi. Fakat soğuk savaş dönemi ve buna paralel gelişen teknolojik imkânlar futbolun pazarlanmasına olanak sağladı. Basketbol kadar heyecanlı olmayan, buz hokeyi kadar enerji sarf ettirmeyen, buz patinajı kadar estetik olmayan futbolun bu kadar ilgi toplamasının altında, çıkışındaki koşullar ve pazarlama yöntemlerini etkin faktörler olarak belirtebiliriz.
Futbolun hemen öncesinde Karl Marks, Avrupa’daki emekçilerin durumunu şöyle tespit etmişti: “İngiltere ve diğer ülkelerde yaşayan emekçilere kapitalist iktidarların vereceği bir şey yoktur. Emekçiler de başka bir çıkış bulamadıkları için dine sığınıyorlar. Din bu manasıyla emekçileri uyutan bir afyon görevi görüyor.” Bugün futbol, dinle birlikte belki de ondan kat be kat emekçileri uyuşturan bir afyon durumuna getirildi. Elbette bunda bir oyun olan futbolun suçu yok. Futbolun tüm dünyayı etkileyen endüstriyel bir spor dalı olduğu tartışmasız artık. Futbol ‘taraftarlık’ imgesi üzerinde saltanatını sürdürüyor. Bu saltanattan kazançlı çıkanlar kapitalistler. Ürettikleri mallara pazar bulmakta zorlanan sermaye, reklamlar üzerinden arzına talep yaratmaya çalışıyor. Hem stadyumlardan hem de televizyonlardan reklam bombardımanına tutuluyor insanlar.
Tüccarlıktan spor adamlığına
Türkiye’de futbol 1960’lı yılların ortalarına kadar amatörce yapılıyordu. Bölgesel ligler düzenleniyordu. 1959 yılında, bildiğimiz anlamda ilk kez lig düzenlendi. Anadolu’da, yeni sanayileşmeye başlayan Bursa, Kayseri, Eskişehir, Konya gibi kentlerde yerel eşraf-tüccarların Türkiye’de yeni filizlenen futbol sektörünü keşfetmeleri fazla zaman almadı. Bu kentlerin futbol takımlarına başkan oldular, yönetiminde yer aldılar, popülarite elde ettiler. Birdenbire saygın spor adamı payesine eriştiler. Karşılığında ün kazandılar, ihale aldılar, siyasete girdiler. Bir nevi dokunulmazlık zırhına büründüler. Yine de o dönem futbol henüz bir endüstri hali almadığı için, çok fazla kirlenmediler.
1980 darbesine kadar kör topal bu şekilde işler yürüdü. Askeri cunta, futbolu kendine göre dizayn etti, Ankaragücü’nü 1. Lig’e çıkardı. Bugünkü yozlaşmanın çıkış noktası, Turgut Özal iktidarı ile başladı. Hayali ihracatın bir devlet politikası olduğu o dönem, Samsunspor’un başına Hasbi Menteşoğlu, Malatyaspor’un başına Nurettin Güven, Bursaspor’un başına Cavit Çağlar, Trabzonspor’un başına M. Ali Yılmaz gibi hayali ihracatçılar, Fenerbahçe’nin başına da cuntacıların askeri ihalelerini alan Ali Şen geldi. Futbol; Mafya ve kara para aklamak için paravan işlevi gören bir oyuncağa dönüştürüldü. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanları, hakemler ve spor medyası bu kirli ağın diğer ayaklarını oluşturdular. Siyasetçiler, bu şekilde idare edilen futbol takımlarının yönetiminde yer aldılar, başkanlarla kanka oldular.
Milliyetçi mafyanın ve cemaatin futbola tahakkümü
Kürt mücadelesinin ivme kazandığı 90’ların başından itibaren milliyetçi mafya, polis şefleri ve Fethullah Gülen Cemaati futbolda kolektif bir iktidar oluşturdular. Bu üç yapı da, futbol üzerinden güç sağlamaya çalışma yanında, futbolu Türk milliyetçiliğinin yükselişinde araç olarak kullanmada pek iştahlıydılar. Futbol federasyon başkanını bunlar seçiyor, milli takıma girecek oyunculara bunlar karar veriyor, milli takım hocalarını bunlar belirliyordu. Hatta şampiyon olacak takımı bile belirleyen güç kendileriydi (Lucescu döneminde Beşiktaş’ın, Şenol Güneş döneminde Trabzonspor’un elinden alınan şampiyonluğu hatırlayın). Sedat Peker adlı mafya lideri, üç İstanbul takımında altyapıya alınacak oyuncuya karar veren mercii durumundaydı. Bir sürü karanlık operasyonda yer alan Mehmet Ağar, futbolun yeni prensi olarak ortalıkta geziniyordu. Oyuncular, başkanlar, antrenörler Ağar ile ne kadar samimi olduklarını göstermek için olmadık komplimanlar yapıyordu. Gülen Cemaati, futbolculardan cemaat takımı kurmuştu. Birçok futbolcu, Gülen’in mübarek(!) yönlerine vurgu yapan demeçler vermek için gazetelerin spor servislerini ziyaret ediyordu. Gülencilerin tasfiyesi sonrası ise futbol adeta AKP’nin bir oyuncağı haline geldi. Erdoğan’ın işaret ettiği Başakşehir şampiyon yapıldı. Neredeyse bütün takımların başkanlıklarına AKP’li siyasetçi, ihaleci getirildi. Hakem Halil Umut Meler’e saldıran Ankaragücü Başkanı Faruk Koca da bildiğiniz gibi, eski AKP’li vekil. Futbol iktidar için araçsallaştırıldı.
Kürtlerin karşı futbol ve Amedspor örneği
Kürt sorunu ve savaşın yakıcılığında, futbol bir silah olarak Kürtlere karşı kullanıldı. 1990’ların sonlarına doğru, ülke içindeki maçlarda herhangi bir zorunluluk olmadığı halde, Kürtleri kriminalize etmek için İstiklal Marşı okuma uygulaması başlatıldı (Halen Amedspor maçlarında, marş okunurken ayağa kalkmayan seyircilere gözaltı yapılıyor). Oysa ulusal marşlar, sadece milli maçlardan önce çalınır-okunur. Gol atan futbolcuların, sevinçlerini kurt işareti veya asker selamı ile paylaşmaları modaydı. Ki birçok futbolcu aslında asker kaçağı durumundaydı. Asıl görünürlük DİSKİ Spor’un Amedspor’a dönüşmesi ile başladı. Amedspor gittiği her deplasman maçında küfürlere, saldırılara maruz kaldı. Bursa’daki bir maçta, futbolcular canlarını zor kurtardı. Ne tesadüf ki, yıllar önce Ankaragücü ile oynanan maçta, Amedspor yöneticilerine linç yapıldı. Bazen gittikleri şehirde kalacak otel bulamadılar. Her maçta Kürtlere galiz küfürler yapıldı, yapılıyor. Amedspor’a yıllardır dünyada eşi benzeri olmayan, deplasman maçlarında seyirci yasağı uygulanıyor. Yani bir Kürt İstanbul’daki bir maçta gidip Amedspor’u izleyemiyor. Deniz Naki, çocuklar ölmesin maç izleyebilsin diye paylaşım yaptığı için, futbol oynanması yasaklandı. Amedspor maça “Çocuklar ölmesin, maça gelsin” pankartı ile sahaya çıktığı için, sahası kapatıldı. Daha geçen hafta, bazı takımlar Gazze’yi kastederek “Çocuklar ölmesin” pankartı ile sahaya çıktıkları için alkışlandılar. İki hafta önce, vefat etmiş Amedspor kaptanına deplasman maçında ana avrat küfredildi. Liste uzar gider.
Yıllarca Amedspor’a yapılan bu faşizan saldırılar karşısında suspus olanların, herhangi bir ceza uygulamayanların, Halil Umut Meler’in uğradığı saldırı karşısında duyar kasmaları samimiyetsizlikten öte iki yüzlülüktür. Kürtlere, sporda bile saldırmanın meşru sayıldığının göstergesidir. Evet baylar, futbolunuz kirli, başkanlarınız kirli. İktidar gücünü arkanıza alarak pervasızlaşıyorsunuz. Saldırı görünür olduğundan dolayı da kelle alıp, sahneyi temizledik diyorsunuz. Toplumu da, kendinize benzetiyorsunuz. Vakti zamanında Amedspor’a yapılanların cezasını kesseydiniz, bugün bunlar olmayacaktı. Amedspor’a yapılanları onayladıkça, şiddet sarmalı bugün gelip Ankara’nın göbeğine iniş yaptı. Dilerim bu hassasiyet bundan sonra herkes için uygulanır.