Yapacak gücümüz ve birikimimiz vardır. Toplum alternatifsizliğe vurgu yapmaktadır. Alternatif olmak ancak pratikle mümkün
Yasin Kobulan/İstanbul
HDP Ankara eski Milletvekili ve İmralı Heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder, kesinleşen 3 yıl 6 ay hapis cezası nedeniyle 6 Aralık 2018’den bu yana Kocaeli Kandıra 1 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu. Cezaevine girdiği günden bu yana tek başına kalan Önder, Türkiye’de yaşanan gelişmelere dair gazetemizin sorularını yanıtladı. İmralı tecridinin sadece İmralı ile sınırlı bir olgu olmadığını ortak geleceğimize, demokrasiye ve barışa dair umudun yok edilmesi anlamına geldiğini belirten Önder, “Kendi canlarını ve kişisel geleceklerini bu uğurda hiçe sayan bu canlara saygı duymak ve yaşatmak zorundayız” dedi.
Öncelikle cezaevinde tek başınıza kalıyorsunuz. Bu zor olmuyor mu?
Tek kalmak zor değildir. “Yalnızlık öğretmendir.” Ayrıca haftada 3 saat Ferhat Encü vekilimizin de olduğu bir grupla sohbet, spor vb. faaliyet yapıyoruz. Ben de yalnızlıktan istifade üzerinde çalıştığım romana yoğunlaşabiliyorum. Kısacası yalnız kalmaktan şikayetim yoktur.
İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nin size verdiği ceza çok tartışıldı. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın tartışılması doğaldır. Gerekçedeki laf çokluğunu sadeleştirdiğimizde ‘Barış ve Çözüm Newroz’unda yaptığımız konuşmadan ceza verildi. Cezayı bırakın, soruşturma konusu bile olmayacak bir konuşmaya ceza verilmesi ülkedeki ‘savaş ve çatışma’ paradigmasının sonucudur.
Bu kararın AİHM’in HDP’nin önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş için verdiği tahliye kararının ardından gelmesi tesadüf müdür?
Hayır tesadüf değil. Bu karar AİHM’in Demirtaş kararına karşı bir ‘gereğini yapma’dır.
PKK Lideri Abdullah Öcalan ile yapmış olduğunuz görüşmelerde bunların yaşanabileceğini öngörmüş müydü?
İmralı görüşmelerinde kendisi bize, barışı sağlayamazsak başta heyet olmak üzere herkesin ağır yaptırımlara uğrayacağını, diğer olumsuz akıbetleri sıralarken saymıştı. Sayın Öcalan’ın en az bunun kadar bir diğer saptaması da “Darbe mekaniği”nin harekete geçeceği öngörüsüydü. Hepsinden önemlisi de bölgenin 3. Dünya Savaşı’na benzer bir anafora savrulacağıydı. Bütün bunların faillerini de (ABD-FETÖ) belirterek yapmıştır bunu. Çözüm anlayışından savaş seçeneğine savrulduğunda dünyanın her yerinde, her döneminde barışa emek verenler ağır yaptırımlara maruz kalmışlardır. Bu bilinen bir şeydir. Amaç da barışın hafızasını silmek ve barış isteyenleri sindirmektir.
Ceza aldıktan sonra yurt dışına çıkmayı hiç düşündünüz mü?
Yurt dışına çıkmayı hiç düşünmedim. Birincisi suçlu değilim. İkincisi, zindan benim nazarımda bir yaptırım değeri taşımamaktadır. Bir de kişisel olarak sürgünlüğe inanmıyorum, çürütücü olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz yeryüzü bize büyük bir ülkedir. Fakat bizim bu topraklara dair umudumuz, tarihimiz ve sözümüz var. Temsiliyette ön saflarda durmanın onurunu taşıdım. Layık olmaya çalıştım. Bu onuru iyi günlerde taşımak kadar zor günlerde taşımak da siyasi ve ahlaki bir zorunluluktur. Bedeli ne olursa olsun… Hele hele en sıradan, en yurttaşça görüşünü belirten binlerce insan açısından, özgürlüğünden edilirken, önleyemiyorsak bari yanlarında durmak gerekir.
İmralı’daki tecridin kaldırılması talebiyle DTK Eşbaşkanı Leyla Güven açlık grevi başlattı. Tecridi ve başlatılan açlık grevlerini nasıl yorumluyorsunuz?
İmralı tecridi sadece İmralı ile sınırlı bir olgu değildir. Ortak geleceğimize, demokrasiye ve barışa dair umudun yok edilmesidir. Yarınlara büyük ve çözümü zor bir miras bırakmaktır. Leyla Güven ve diğer arkadaşlarımızın ortaya koyduğu iradeyi bu gerçeklik zemininde iyi anlamak gerekir. Kendi canlarını ve kişisel geleceklerini bu uğurda hiçe sayan bu canlara saygı duymak ve yaşatmak zorundayız.
Ekonomik kriz başta olmak üzere çok sayıda sorunun yaşandığı Türkiye’de sizce HDP’nin üstüne ne gibi görevler yüklüyor?
HDP Türkiye toplumu için büyük bir şanstır. Bunca baskıya rağmen ayakta kalmasının tek bir açıklaması var: Hakikidir, güçlüdür. Üzerine oturduğu mücadele mirasını canı pahasına savunmuştur. Türkiye halkları da bunu karşılıksız bırakmamıştır. Şimdilerde görevi artmıştır.
Ülkenin bu kadar yoksullaştığı bir dönemde artık barış ve demokrasi mücadelesinin pratiğini yeni bir atılımla genişletmek durumundadır. Bu başlık kentler ölçeğinde yoksullukla mücadeleye yeni bakışlar geliştirmektedir. Sistem kapitalist özü gereği insanı çürütmüştür. Öncelik tüketimle kurulan ilişkiyi geniş kitleler nezdinde tartışmaya açmak ve statükonun değerlerini, dayatmalarını teşhir etmek, vazgeçilebilir olduğunu bilince çıkarmaktır. Gıda, barınma, giyinme gibi yaşamsal olgularda komünal pratiklere öncülük edilmelidir.
Vazgeçme ve dayanışma kavramlarına hak ettiği itibarı kazandırmak zorundayız. Bunu yapacak gücümüz ve birikimimiz vardır. Toplum, muhalefet eksikliğini tanımlarken alternatifsizliğe vurgu yapmaktadır. Alternatif olmak ancak böyle pratiklerle mümkündür. Bunu başat bir yerel yönetim programı yaparsak beklediğimizden çok daha büyük bir karşılık bulacağını göreceğiz. Başka bir dünya ancak ‘başka’ pratiklerle mümkün olacaktır.
İrade gaspına son güçlü özeleştiri nitelikli yerel yönetim
31 Mart yerel seçimlerine gelecek olursak. Sizin açınızdan bu seçimde en önemli olan şey nedir?
Bizim açımızdan en önemli şey gasp edilen halk iradesini, yani başkanlarından mahrum edilen kentlerimizi yeniden asli sahiplerine iade etmektir. Bunun hemen ardından yapılması gereken sıkı ve cesurca bir özeleştiri ile yerel yönetimlere, bir demokrasi ve katılım ilkesiyle yarınlara taşıyabilecek nitelik kazandırmak olmalıdır. Bu en temel borcumuzdur. Mazeretimizde yoktur. ‘Muhalif’ olanın teşhisini yapmak kolaydır. Bunun için zindanlara bakmak kafidir. Bu itibarla muhalif olduğunu düşünen ama yapısal konularda dişe dokunur bir sözü olmayanlar için söylenecek fazla bir şey yok. Bizim yapmamız gereken halkın her kesiminde ortaya çıkan hoşnutsuzluğu, yoksullar ve yok sayılanlar arasından örgütleyebilmektir. Bu iki kesim bu ülkenin yüzde 70’ini oluşturmaktadır.