Bu yazı yayımlandığında Leyla Güven tarafından başlatılan açlık grevi 97. gününe girmiş olacak. İmralı’da uygulanan mutlak tecritin kaldırılması için başlatılan açlık grevi, hapishanelerden yüzlerce tutsağın katılımıyla büyüyerek devam ediyor. Leyla Güven’in hayati tehlike sınırına geldiği açlık grevleri, Kürt halkının temel gündemi haline gelirken, ne yazık ki Türkiye yakasında olması gerektiği derecede gündeme girebilmiş değil. Gerek sol sosyalist hareketler gerekse emek ve kitle örgütleri derin bir sessizlik içerisinde, olanı izlemekle yetiniyor. Ortaya konulan tepkiler ve cılız açıklamalar bu sessizlik duvarını aşmaya yetmiyor. Bu sessizliğin altında, tüm ülkeyi etkisi altına almış ağır baskı ikliminin etkisi kadar, Kürt sorunun ülke siyaseti ve toplumsal mücadeleler açısından kapladığı yerin yeterince kavranmamasının da etkisi bulunuyor. Ne yazık ki hem İmralı’da uygulanan tecrit politikası hem de onun kaldırılması için yürütülen açlık grevleri, sadece Kürt halkının bir meselesi gibi okunmaktadır.
Kürt halkının yaşamsal sorunları ve bu sorunların belirlediği mücadele gündemi ile Türkiye yoksullarının, işçi sınıfının sorunları, emek, demokrasi güçlerinin gündemi arasında büyük açı farkları olduğu şeklinde bir algının varlığı, kendisini etkili bir biçimde hissettirmektedir. Açlık grevleri karşısındaki sessizliğin altında bu algının da etkisi kendisini göstermekte, Türkiye emek ve demokrasi güçleri ölüm sınırındaki açlık grevlerini ana gündem maddelerinden birisi haline getirmemektedir. Bu algı saraya karşı, anlamlı, güçlü ve birleşik bir mücadelenin önünde önemli bir engel olduğu gibi, baskı rejiminin ağırlaşmasının ve sürdürülmesinin de en önemli dayanak noktasıdır. Oysa Türkiye’deki emek ve demokrasi güçleri için görülmesi gereken çıplak gerçeklik, Kürt halkı özgür olmadan Türk halkının özgür olmayacağı gerçekliğidir. Tecrit sadece Kürt halkının değil tüm ülkenin sorunudur.
Açlık grevlerinin ağır ekonomik kriz ortamında ve seçim sürecinde gündeme gelmiş olması gündemlerin ortaklaştırılamamasının ana sebeplerinden birisi gibi görünmektedir. Gerek sermayenin gerekse siyasal iktidarın ağır saldırısı altında, zayıflamış ve tabanından kopmuş emek örgütleri kendi gündemlerine bile sahip çıkma kapasitesini kaybetmiş bir görüntü vermektedir. Zayıf ve parçalanmış yapılarıyla emek örgütleri, tüm toplumu etkisi altına alan sosyal ve siyasal gelişmeler karşısında cılız açıklamalar dışında ses çıkaramaz hale gelmişlerdir. Mezhepçi, milliyetçi propaganda işçi hareketleri ve demokrasi mücadelesini baskılayan zehirli bir unsur olarak ortada durmaktadır. Gerek ırkçılığın etkisini kırmak için yürütülecek anti şovenist mücadelenin yol açacağı tepkinin göğüslenmesinden gerekse siyasal mücadelenin dayattığı bedellerden kaçınma kaygısı, işçi sınıfı ve toplumsal kesimler içerisindeki mücadeleyi siyasal boyutlarından koparan bir hak mücadelesi ile sınırlanmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum kaçınılmaz olarak sınıfsal ve sosyal tüm sorunların altındaki temel siyasal sorunun görmezden gelindiği, parçalı bir toplumsal hareketin şekillenmesine sebep vermiş, toplumsal mücadelelerin birbirinden kopuk hale gelmesine yol açmıştır. Bu parçalı mücadele yapısı içerisinde her toplumsal grup sadece kendi sorunları ile ilgilenir, kendisi dışında meydana gelen mücadelelere gözünü kapar hale gelmiştir ki aşılması gereken durum da budur. Tüm sınıfsal ve sosyal hak mücadelelerinin önündeki temel engel, onları boğan ağır siyasal baskıdır. Saray rejimi yıkılmadan kimse kazanamayacaktır.
Ülkede en basit anayasal hakkın ve yasal kazanımın uygulanması için bile ağır bedellerin göze alındığı zorlu mücadelelere girişmek gerekmektedir. Mahkeme kararları ile durdurulmuş zorla iskân kararlarını ve maden açma izinlerini uygulatmamak, topraklarını korumak için köylüler mahkemelere düşmeyi, jandarma dipçiği yemeyi göze almaktadır. İşçiler, anayasal örgütlenme hakkını yani sendikal örgütlenmeyi hayata geçirmek için işten atılmayı, işten atılanlar direnmek için gözaltına alınmayı, çalıştığı işte hak ettiği ücreti almak için bedenini ateşe vermek, yüksek binaların çatılarına çıkıp intihar girişimlerinde bulunmak zorunda kalmaktadır. Sosyal medyada en ufak eleştiri yapanlar gece kapıları kırılarak gözaltına alınmayı, onları savunan avukatlar tutuklanmayı göze almaktadır. Hiçbir hak mücadelesinin ağır bedeller göze alınmadan yürütülemediği ülkede, hapishanelerde başlayan açlık grevleri doğrudan bu baskı rejimini karşısına hedef aldığı için önemlidir. İmralı’da uygulanan tecrit politikası ülke halkları için savaş politikasından başka bir şey değildir. Tecride sessiz kalanlar meydanlarda savaş nutukları dinlemeye devam edeceklerdir. Türkiye’de işçi sınıfını ve yoksul halkları hedef alan baskı politikaları, gücünü Kürt halkına karşı yürütülen savaş politikalarından almaktadır. Savaşa karşı çıkmadan demokrasi ve emeği savunma şansı olmadığı gibi, tecrite karşı çıkmadan da savaşa karşı çıkma şansı yoktur.
Leyla Güven’in bedenini açlığa yatırarak ve ölümü göze alarak yükselttiği ses ülke halklarının özgürlük çığlığından başka bir şey değildir. Leyla’nın sesi işçilerin emek, köylünün toprak, haksızlığa uğrayanın adalet çığlığıdır. Leyla’ya ses vermek sarayın karşısına dikilmek demektir. Sadece Kürt halkı değil Türkiye emekçileri ve yoksulları Leyla’ya ses, nefesine nefes olmalıdır. Leyla’nın talebi ezilenlerin talebidir.