Geçen haftaki bu köşede “Halk Meclisleri” üzerinde durmuş ve “legal siyaset bu paradigmayı yaşamla ne kadar buluşturmuştur?” sorusuyla bitirmiştim. Halk meclisleri ya da başka adlarla kavramlaşan (biçim bulan) yeni paradigmanın kendi içeriğine göre yaşamla buluşması, toplumun sorunlarını çözmesi ve söz konusu toplumun bir daha sorun üretmemesi için yeni yapılar yaratmasından önce “yeni olan” düşüncenin anlaşılması ve kavranmış olması koşulların başında gelir. Toplumların dönüşümüne öncülük yapabilen “siyasi yapılar” bu içeriğe göre oluşabilmişse ancak o zaman “yeni” olarak yüklendiği görevlerin altından kalkabilir. Bu konuda en zor olan şey; var olanla, değişenle ve değişebilen arasındaki diyalektik çelişki ve bu çelişkinin yarattığı felsefik çatışmayı görmekten geçer. O nedenle “inanç” ve düşünce arasındaki farkı kavramanın zorluğu buradan gelmektedir. Boşuna “toplumun beyni kavramsal çalışma yeteneğine kavuştuğu oranda insan özgürleşir” dememişler. Çünkü “inanç” her zaman toplumda, bireyde otorite ve baskı oluşturur, düşünce ise öz itibarıyla yeni arayışlara yönelir. “İnsanın özünün özgürlük olduğunu” bildiğimiz halde, “inancı” sorgulamanın ise buna engel olduğu bilinir. İmgenin kavrama dönüşüp toplum düşüncesine sıçraması bu yeteneğe bağlıdır. Düşünce; hem inancı (tüm inançlar) sorgulama, hem de kendini “yeniden” üretmede bir yöntem için gereklidir. Bundan dolayı düşünce, kendini sorgulayan ve aşan bir içerik kazandığı zaman yaşamlaşır. Aksi takdirde tabulaşır ve her tabu gibi o da dağılıp gider. Bunu söylerken amacım Kürt paradigmasına teorik-pratik olarak vurgu yapmaktır. Kürt paradigması hem önceleri Kürt halkı içinde “kol gezen” düşünceleri sorguluyor, hem de özgürlüğe giden yol haritasını çizmeye çalışıyor. Daha da önemlisi bu paradigma “ahlaki-politik” değerlerle donanmış bir toplum yaratmaya çalışıyor. Peki, “ahlakipolitik” olandan, “ahlaktan” ne kastediliyor ve toplum, sözü edilen ahlaktan ne anlamalıdır? “Dünkü” ahlak olarak tanımlananla bugün “ahlaki-politik” olarak kavramlaşan yeni şeyin içeriğinin farkı ne olacaktır?… “Legal siyaset” bundan ne anlıyor ve “Halk Meclisleri”nin ne kadarını topluma taşıyabildi? Bu temel belirlemeler ışığında “Halk Meclisleri”nin niteliğine ve legal siyasi yapıların konumuna baktığımızda Kürt paradigmasını teorik olarak içselleştirdiğini gönül rahatlığıyla söylemek çok mümkün değildir. Bu durumun Fırat’ın batısında ve Fırat’ın doğusunda da farklı farklı algılandığını biliyoruz. “Türk solu” olarak bilinen çevreler konuya çıkarcı ve “günlük” baktıklarından dolayı ve de “Kemalizm”in ideolojik etkisinden kurtulamadıkları için subjektif davranmaktan kurtulamıyorlar. Objektif zorluklar da işin cabası. Kürtlerin arasındaki eksik ise daha derin ve kapsamlıdır. Bu kısa tespit bile Kürt paradigmasının “düşünsel” olarak yasal siyasetçe yeterince kavranılmadığı göstermektedir, bu birincisi.
İkincisi, Kürt paradigması ne sadece Kürtleri kapsayan bir yol haritasıdır, ne de Ortadoğu halklarının kurtuluşu için bir yapılanma (örgütlenme) modelidir. Kürtler ve Ortadoğu’daki devrimci güçlerin uğraşı sonucu ete-kemiğe bürünmeye başlayan “enternasyonal” bir sistem arayışıdır. O nedenle tek bir “ülkenin coğrafik sınırları içinde” sağlıklı bir yapıya kavuşabilmesi için bile enternasyonal bir politika izlenmesi gerekir. En azından tüm Ortadoğu’da olup bitenleri dikkate almak ve bölgedeki dost ve düşman güçleri hesaba katarak tek tek ülkelerde olsa bile geçerli politikalar üretmek olası olabilir. En önemlisi ayrı ayrı ülkelerde devrimci hareketlerin başına bela olmuş oportünist, “ulusalcı”, çıkarcı, komplocu duruşlardan kurtulunamazsa enternasyonal bir politika sergilemek mümkün olmaz. Bir belirlemede bulunuyoruz: “devrimin merkezi” Ortadoğu’ya kaymıştır. Bu belirlemeyle birlikte şunu da söylüyorum; ana devrimci güç Kürt halkı ve onunla ittifak içinde olan Arap, Türkmen, Ermeni, Süryani devrimci güçleri de katarsak global bir politikaya dayanmadan “kendi ülkende” bile politikada etkili olmak çok zordur. Legal siyasetin politik tutum geliştirmede çektiği zorluğun bir nedeni de bu realiteyi yeterince dikkate alamadığındandır. Bu ise, tüm devrimci güçlerin birlikte enternasyonal ve bölgesel politika yapmasını engellediği gibi, “birliktelik” oluşturma çabası içinde olan partilerin de işini zorlaştırıyor. Onları, oluşturdukları “ortak yapılardan” kopardığı gibi başkalarına da yolu açıyor. Bu da yasal mücadelede önemli bir zaaf oluşturuyor. Çünkü grupların (parti) çıkarlarını öne alan davranışlar depreşiyor.
Üçüncüsü, legal siyasetin yapısındaki örgütsel eksiklikler ve zaaflardır. En önemli toplantılarında delegesine konuşma yapma hakkı vermeyen, “halk toplantılarında” yeterince halkı konuşturmayan ama gereğinden fazla kimi kişilere lüzumsuz lafazanlık yaptıran yapılar örgütsel olarak hep eksik kalır.