“Hayatımı ölüm çizgisine koymak, yapabileceğim tek şey olmanın ötesinde, yapılması doğru olandır.” Bobby Sands’in bu sözleri, “teröristlerle pazarlık yapılmaz” sloganının mucidi “Demir Lady” Margaret Thatcher’ı dize getirmişti. 1981 yılında, IRA mahpuslarının açlık grevi “siyasi” statüsünün kazanılmasıyla sonuçlandı; Bobby Sands ve dokuz yoldaşının canı pahasına. Sands’in cezaevindeyken İngiltere Parlamentosu’na milletvekili seçilmesi ile İrlanda Özgürlük Hareketi için siyasal zeminde mücadelenin, bununla birlikte de Kuzey İrlanda sorununa siyasal çözümün yolu açılmış oluyordu.
Açlık grevleri, Türkiye siyasal tarihinin yabancı olduğu vakalar değil. Faşizmin ve hak ihlallerinin hiç eksik olmadığı bir düzenin, özellikle hapishanelerde dönemsel olarak açlık grevi ve ölüm orucu dalgalarını doğurması istisna olmaktan çıkarak kural haline gelmiş bir ülke burası. Dışarıdan bakıldığında ayrıntı gibi görünen ama hapishane koşulları için büyük önemi olan kazanımları ve insani kayıpları ile tekerrür eden bir kaide.
Bugün Türkiye hapishanelerinde 313 kişi açlık grevinde. Bunların bir kısmını ÇHD’li avukatlar oluşturuyor. 24 Ocak Tehlikedeki Hukukçular Günü’nde başlayan 17 tutuklu avukatın açlık grevi, 18 Mart 2019 tarihinde yapılacak duruşmaya kadar sürecek. ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın, babasının mezarı başında kelepçeli görüntüsü basında yer bulmuştu. Kozağaçlı, arkadaşları adına şu açıklamayı yaptı: “Sesimizin duyulduğunu bildikten sonra açlığa katlanmak kolay.”
Açlık grevindekilerin büyük bölümünü ise çoğunluğu HDP’li siyasetçiler olmak üzere Kürt hareketi mahpusları oluşturuyor. Durumu ağırlaştığında tahliye edilen milletvekili Leyla Güven açlık grevinde yüzüncü güne ulaştı; ölümün eşiğinde. “Öcalan’a uygulanan tecrit son bulsun” talebi ile Güven’le başlayıp yayılarak büyüyen bu eylem dalgasının böyle bir siyasal iktidar karşısında yol açabileceği sonuçları tahmin etmek mümkün değil. Ama Auschtwitz mağduru Elie Wiesel’in şu saptamasını hiçbir zaman unutmamak gerekiyor: “Tarafsızlık baskı uygulayanın tarafında olmak demektir.”
313 insan hayatlarını ortaya koymuş durumda; Meclis kürsüsünde olması gerekirken hapsedilmiş bir milletvekili ölüm eşiğinde. Toplumun çoğunluğu ise “patlıcan komplosu” ile iktidardan düşürülme tehlikesi içinde olduğunu iddia eden bir zatı izlemekle meşgul.
Neden böyle? sorusunun yanıtını belki de ünlü “Kuzuların Sessizliği” filminde seri katil Hannibal Lecter ile Clarice Starling arasında geçen şu diyalogda bulabiliriz:
Hannibal: On yaşındaydın ve bir çiftlikte kuzenlerinin yanında yaşamaya gittin. Peki sonra?
Clarice: (gözleri yaşarır) Sonra, bir sabah oradan kaçtım.
H: Neden kaçtın? Ne zaman?
C: Erkendi, daha hava karanlıktı.
H: Sonra, seni bir şey uykudan uyandırdı
değil mi?
C: Tuhaf bir ses duydum… bir çeşit çığlık.
Çocuk sesi gibi.
H: Ne yaptın?
C: Aşağı indim, dışarı çıktım. Ağıldan içeri
bakmaya korkuyordum ama baktım.
H: Ne gördün Clarice?
C: Kuzular. Kuzular çığlık atıyordu.
H: Kuzuları kesiyorlar mıydı?
C: Ve onlar da çığlık atıyordu.
H: Ve sen kaçtın?
C: Hayır. Önce onları kurtarmaya çalıştım… Ağılın kapısını açtım. Fakat dışarı çıkmadılar. Şaşkın biçimde orada öylece duruyorlardı.
“Kuzuların Sessizliği” ve hareketsizliği kesilmekte olan kuzunun çığlığından daha çıldırtıcıdır. Suskun kuzular sıralarını beklemekte ve birer birer, çığlıklar atarak öldürülmektedirler. Oysa on yaşındaki bir kız çocuğu ağılın kapısını açmış, onlara kurtuluşun yolunu göstermektedir…
“Tecride son” talebidir aralanan o kapı… Dışarıya adım atmak, yani dayanışmak ve o çığlığı çoğaltmak ya da sus pus sıramızı beklemek bizim kararımız olacak.
Gün gelip devran döndüğünde ise geriye bir gerçeklik mutlaka kalacaktır. Martin Luther King’in sözleriyle: “Sonuçta, düşmanlarımızın sözlerini hatırlamasak da dostlarımızın sessizliğini unutmayacağız.”