Okunanlar üzerinde düşünme, bunları belli sorulara yaslandırma ya da soruların yanıtını arama çabasıyla başlayan edebiyat eleştirisi, zamanla gelişmiş, edebî eserin içerik, yapı ve üslûbu üzerinde tarafsız kurallarını, ilke ve yöntemlerini oluşturmuştur. Bu “nesnel eleştiri”nin dışında şahsi duygu ve düşüncelerinin öne geçtiği öznel diyebileceğimiz yaklaşımlar da var.
Eleştirmen değilsek ve böyle öznel bir yaklaşımla bir edebi eserden söz ediyorsak en başta “bana göre, bence” demeyi unutmamamız gerek.
***
Bu girizgâhtan sonra bir kitabı konu etmek istiyorum bu yazıda. Daha önce şiir kitaplarından tanıdığımız şair-yazar Ahmet Çakmak’ın ‘Kuyruklu Hikâyeler’ adlı öykü kitabından söz etmek istiyorum.
“Ahmet Çakmak, İstanbul’dan Diyarbakır’a, kalabalık meydanlardan yalnızlık dolu evlere, mahalle arası birahanelerinden karanlık atölyelere, köprü altlarından parklara ve nihayetinde buz gibi bir kederden sebepsiz bir neşeye uzanan öykülerle, kentlerin ve hayatın kaybedenlerine bakıyor: Hiçbir yere sığamayan, dünyanın dışına itildikçe evinden ve kendinden uzaklaşan, sokakları ve yolları memleketi sayanların öyküleri var Kuyruklu Hikâyeler’de” diyor arka kapak yazısı. ‘Bence’ diyerek belki eklemek gerek: ‘Kuyruklu Hikayeler’de hemen her gün, her an görebileceğimiz hayatın içinden karakterler var. Kitabı okurken insan kendini bir sohbette karakterlerin yanı başında görebiliyor. Yazar bunu başarmış.
Bu öyküler yazarın bir önceki Ben u Sen anlatı-romanının daha geniş alanlara, mekan ve karakterlere yayılmış daha yetkin, daha inceltilmiş devamı gibi.
***
Nesnel dediğimiz eserde yeniden üretilen gerçeklikteki olaylar, yaşam tablolarını, karakterleri, çatışmaları, durumları, kısaca yazarın bilinci dışında varlık gösteren her şeyi kuşatır. Öznel ise yazarın kendi duyguları ve düşünceleriyle olaylar karşısında takındığı tavırla ve bunların değerlendirilmesiyle ilgilidir. Yazarın ‘ben’i arada yaşayan insanların dünyalarınca bir ‘ben’dir. Bireyden bize yönelirken seslendiği insanları kucaklar.
Bu anlamıyla ‘Kuyruklu Hikayeler’deki öyküler okuru içine çekebiliyor. Kah Kemal Dayı’yla kederlenip, Sare Hanım’ın ah’larıyla vuruluyor, kah Sur’daki abluka altında buluyorsunuz kendinizi: “…Yedi bin yıllık Suriçi’nin altı mahallesi ve bazı caddeler yaya ve ulaşım araçlarına kapalı. Ağır silahların ve her yeri döven havan toplarının inletici sesleri şehri uykusuz bırakıyor haftalardır. Giriş çıkışın yasaklanmadığı caddelere ve mahallelere çok sıkı aramalardan sonra geçilebiliyor…”
***
Yazarın daha önce okuduğumuz; bir toplum panoraması çizerek Suriçi’ndeki yaşananları konu ettiği ‘Çiftkafa’nın Kitabı’ adlı romanında yer yer düştüğü didaktik söylemden (‘Abluka’ ve ‘Tekel Bayi İnsanları’ adlı öyküler hariç) giderek arındığını görebiliyoruz bu kitapta.
Yaşamda olduğu gibi edebiyat eserinde de ayrıntı önemlidir. Gerçekliğin gizli boyutu çoğu kez bütünü oluşturacak olan ayrıntının sıradan görüntüsünde ele verir kendini. Yazarımız bunun farkında -arada kimi tekrarlara takılsa da- bunu iyi kullanıyor bence. Tabi ayrıntı derken mekan adlarından sokak isimlerine kadar varan ayrıntılardan söz etmiyorum. Hatta keşke mekanlar biraz daha flu kalsa diye de düşünmüyor değilim.
Ahmet Çakmak dil bilinci sağlam bir yazar, şair kimliğinin de etkisiyle şiirsel ve akıcı bir dil kullanıyor. Öykülerinde ironi ve mizahı da eksik etmiyor. Okuyucuyu gülümsetirken düşünmesini de sağlayabiliyor.
Çakmak üretken, çalışkan bir yazar. Bir çalışma içindeyken yedeğinde sıra bekleyen başka tasarılar olabiliyor.
Evet. Öznel bir eleştiri bu. ‘Bence’ diye başladım, bir temenni ile bitireyim:
Bir şair romana, hikâyeye, düzyazıya meylettiğinde şiir kendini naza çekebilir. Çünkü bilindiği üzre şiir kuma kabul etmez. Bu anlamıyla gönlüm Çakmak’ın şiirine de gerekli zamanı ayırmasından yana.