Önüne gelen “kutuplaştırmadan” şikayetçi. Hatta değme sosyalist bile “bu Erdoğan ülkeyi kutuplaştırıyor” demekte.
Konformist birey “kutuplaşmadan” hoşlanmaz. Tedirgin olur, rahatı kaçar, “her şey güzel olsa, kavga olmasa, dirik düzenlik içinde kardeşçe yaşasak” rüyası görür. Şu şarkıyı hüzünle söyler:
“Dünyaya geldik bir kere
Kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle
Sevdikçe güler her çehre
Amaçlar hep bir olsun
Kalpler birlikte”
Çaresiz insanın “kutuplaşmaya” karşı alternatifi işte bu “amaç birliğine” duyduğu hasrettir. Kalbi sevgiyle dolup taşmaktadır. Kutuplaşan insanların gerilmiş suratlarına karşı “her çehrenin sevgiyle gülmesini” özlemektedir.
Bu şarkı kulaklara hoş gelir. Kutuplaşma huzursuz eder.
Kutuplaşma nedir?
Kötü bir şey mi? İyi bir şey mi?
Hem kötüsü vardır, hem de iyisi.
İki türlü kutuplaşma biliriz. Biri “gerçek kutuplaşma”. Diğeri “yapay kutuplaştırma.” Birincisi vardır. İkincisi yoktur ama yaratılır. “Gerçek kutuplaşma”, “sömürenle sömürülen”, “ezenle ezilen”, “egemen erkekle kadın”, “sömürgeciyle sömürge” arasında varolan uzlaşmaz çelişkinin keskinleşmesidir. Sömürülenler, ezilenler, sömürgeler, işçiler, sömürge halkları, kadınlar sömürücülere, ezenlere ve sömürgecilere karşı isyana yöneldiklerinde, bu sınıfsal ve sosyal çelişki keskinleşmiştir, egemenlerle yönetilenler kutuplaşmıştır.
Böyle bir kutuplaşma insanlığın hayrınadır. Bu kutuplaşmanın yani sosyal ve sınıfsal politik mücadelenin keskinleşmesi sömürenlerin, ezenlerin, sömürgecilerin, erkek egemenliğinin sonunu getirebilir.
Gerçek kutuplaşma devrime götürür.
Gelelim ikinci “yapay kutuplaştırmaya”.
Şu hale bakın: “Laikle İslamcı” arasında dehşetli bir “kutuplaşma” var. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında da. Türkle Kürt kutuplaşması Türkiye’de en büyük tehlike. Yerlilerle mültecilerin kutuplaşması da öyle. Oysa bu sayılanların arasında “farklılık” var ama, uzlaşmaz çelişki yok. Olmadığı için “çelişkinin keskinleşmesinin” sonucu olan kutuplaşmadan söz edemeyiz. Bu kutuplaşma “farklı olanların birbirine düşmanlaştırılması sonucu” ortaya çıkan bir “kutuplaştırmadır”. İşçi laikle, işçi dindarı, Müslüman emekçiyle, Hıristiyan emekçiyi, ezilen Türkle, ezilen Kürdü, yerli yoksul halkla, mülteci yoksulları birbirine düşman etmek yoluyla “yaratılır.”
Böyle bir kutuplaştırma insanlığın hayrına değildir. Farklı olanların birlikte yaşaması mümkünken, onların birbirlerine düşmanlığı, onları birbirine düşman ettiren egemenlerin çıkarınadır, amacı “sömürücü, sömürgeci ve erkek egemen sisteme” karşı ezilenlerin, kadınların birliğini parçalamak ve “sosyal, sınıfsal kutuplaşmayı” önlemek, halkı birbirine düşürmektir. Erdoğan’ın yaptığı budur.
Böyle bir “yapay kutuplaştırma”ya faşizme ve ırkçılığa ya da iç savaşa ve karşı devrime götürür.
Görüleceği gibi bu iki “kutuplaşmanın” arasındaki farkı düşünmeden, genel olarak “kutuplaşmadan” şikayet ezilenlerin bilincini bulandırır. Onlarda “sınıf düşmanıyla sosyal uzlaşma” eğilimine hizmet eder.
Yeşil Sol Parti’nin önünde, 14 Mayıs sonrası şu kritik görev duruyor: Tek adam anayasasını çöpe atmak ve yeni bir Anayasa yapılmasına katkıda bulunmak. O halde bir iki paragrafı da bu konuya ayıralım.
Nedense Anayasa denince kiminin aklına “sosyal uzlaşma” ya da “toplumsal uzlaşı” geliyor. Bu kavram “emekçilerin ve Kürt halkının sınıfsal karakter taşıyan mücadelesini”, ezenlerle “uzlaşarak” zayıflatmaya işaret ediyor.
Oysa insanlığın “özel mülkiyetin” doğuşundan bu yana tüm tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Sınıf mücadelesi komünal toplumda yoktu, demokratik, modern komünal sosyalist toplumda da olmayacaktır. Sınıf mücadelesi insanlık tarihinde çok uzun ve kanlı bir parantezdir. Biz şimdi bu parantezin içinde yaşamaktayız.
Sosyal ya da toplumsal uzlaşma ya da CHP’lilerin ağzıyla söylersek “toplumsal uzlaşı” halkın devrimci mücadelesine karşı icat edilmiş en tehlikeli ve baştan çıkarıcı demagojidir. Politik uzlaşma ise, devrimci mücadelenin, henüz “kim kimi” sorusunun gündeme gelmediği ve taraflar için yenmenin mümkün olmadığı anlarında kaçınılmaz olan uzlaşmalardır. “Uzlaşma” kelimesinden “teslimiyeti” anlayanlar dışında, herkes şunu bilir: Politik uzlaşmaları reddetmek, Lenin’in tabiriyle “sol komünizm denen bir çocukluk hastalığıdır.” Devrimin zaferi ufukta görülmemişken “Ya hep, ya hiç” diyen kişi maceracıdır. Örneğin “çözüm süreci” Abdullah Öcalan’ın dahiyane bir şekilde devleti PKK’yle “politik uzlaşmaya” mecbur etmesiydi. Bu uzlaşmayla bir süreliğine “ateş kesten” devlet Bakur’da “kalekollar” inşa etme fırsatı kazanırken, Kürt özgürlük hareketi Rojava devrimini kazanmıştır.
Önümüzdeki etapta, eğer işler yolunda gider, Erdoğan devrilir ve muhalefet Anayasa yapacak çoğunluğu elde ederse, yeni Anayasa, bütün burjuva sosyologlarının dediği türden bir “toplumsal sözleşme” ya da “toplumsal uzlaşma” olmayacak, farklı sınıflar arasında “politik bir uzlaşmanın” ürünü olacak. Özetle demokratik anayasa, sömürenlerle sömürülenlerin, egemen erkekle ezilen kadının ve sömürgeciyle Kürt halkının birbiriyle mücadelesine son vermeyecek, kimi kısmi reformlar anayasa metnine geçirilse bile esas olarak çıkarları çelişen sınıfların ve halkların arasındaki mücadelenin barışçı yöntemlerle sürmesini güvenceye almış olacak.
Sandığa giderken kafalarımız açık olsun. Pazar günü ne yapacağımızı biliyoruz, Pazartesi gününü de şimdiden düşünelim.