Erol Katırcıoğlu
6 Mayıs 1972. Deniz, Yusuf, Hüseyin’in idam edildikleri gün. 50 yıl olmuş. 3 genç adam, bir ilkbahar günü gecenin bir yarısında uykularından uyandırılıp idam sehpasına gönderildiler. İdamla cezalandırılacak bir suçları var mıydı derseniz? Tabii ki yoktu! Kimseyi öldürmemişler, kimseyi yaralamamışlar, kimseye zarar vermemişlerdi. Ama bunun bir önemi yoktu. Kutsal devletin ulu çıkarlarını koruduklarını düşünen birtakım memurlar, onları ölüme göndermekte bir beis görmediler.
Kendilerini sol siyaset içinde görüp de Deniz’lere sahip çıkmamak mümkün değil. O nedenle de birçok çevre bu yıl da çeşitli anma etkinlikleri düzenledi. CHP’ye yakınlığı ile bilinen Halk TV, Selda Bağcan gibi olağanüstü bir sese sahip bir sanatçıyı ve özellikle Deniz’in arkadaşları olarak bilinen kişileri programına aldı ve reyting rekorları kırdı. Hüzünlü bir programdı ve eminim dinleyenler de programa katılanlar kadar hüzünlendiler ve bu üç gence yapılan haksızlığa içlerinden de olsa isyan ettiler.
Peki bu üç gencin 1970’lerde idamlarına kim ya da kimler karar vermişti? Doğrusu bu soruya cevap vermek için daha başka dönemlerde benzer olaylarla ilgili de sorular sormalıyız. Örneğin, 1960’larda Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamına kimler karar vermişti? Ya da 1980’lerde Erdal Eren ve 50’ye yakın kişinin idam edilmelerine? Ya da Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın yıllardır cezaevlerinde yatmasına kimler karar verdi? Kimlerdi bunlar ve ne adına bu kararları verebilme hakkını kendilerinde görmüşlerdi? Bu insanların varlığı ve yaptıkları, gerçekten neye zarar verecekti de bunları fiilen yok etmekle bu tehlike bertaraf edilmiş olmuştu?
Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yılı bitmek üzereyken bu soruların cevaplarını bulmak zorundayız ki ikinci yüzyıla başlarken beyaz bir sayfa açılmış olsun. Bu da bence günümüzde bu konuları daha yoğun tartışmakla olur, yas tutmakla değil. Yakın tarihin bir okumasından Türkiye’de Meclis’in ya da yargının bu tür olaylarda bir etkisi olmadığı, asıl karar verenlerin “devleti” temsil eden kurumlar ve bu kurumlarda görev yapanlar olduğu sonucuna varmak mümkün. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulurken toplumun değil, bir avuç “devletlinin” karar verdiğini biliyoruz.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu dağılmış ve milyonlarca, ortak paydaları Müslümanlık olan insanlar imparatorluğun bakiyesi olarak ortada kalmışlardı. Bu insan kalabalıklarının hangi sınırlar içinde ve nasıl bir idare altında yaşayacaklar soruları o günün askeri ve siyasi elitinin önündeki en önemli sorulardı. Yeni bir ulus devletin kurulması için gerekli meşruiyet 1. Meclis’le sağlanmış olsa da (1921), asıl Cumhuriyeti kuran irade 2.Meclis’le (1923) sağlandı.
Ama biliyoruz ki 1. ve 2. Meclis arasındaki fark, 1.Meclis’in iradesi seçimle gelmiş vekiller tarafından oluşturulmuşken, 2. Meclis’inki doğrudan Mustafa Kemal ve arkadaşlarınca oluşturulmuştu. Bu nedenle de birincisi daha demokratik biçimde, ikincisinin ise daha tepeden olduğu açıktır. İşte bizim kutsal devlet geleneğimiz böyle yukarıdan oluşmuş ve yukarıdan topluma giydirilmiş bir anlayış içinde vücut bulmuştur.
Bunlar kabaca hangi kurumlardan oluşuyor? Sayalım! Cumhurbaşkanlığı, MİT, Genelkurmay, Dış İşleri ve İç işleri Bakanlığı gibi kurumlar dün de bugün de devleti oluşturan kurumlardır ve bu kurumlarda görev yapanlar da devleti temsil eden kişilerdir.
Şimdi sorularımıza yeniden dönelim, 1960’larda Mendereslerin, 1970’lerde Denizlerin, 1980’lerde Erdal Eren ve 50 kişinin idam kararlarını verenler, mahkemelerdeki hakimler değil, bu yıllarda sözünü ettiğim kurumlarda görev yapan kişilerdir. Bunların isimlerini bulmak da çok zor değildir. Küçük bir araştırmayla bu idamlara karar veren “devletluların” kimler olduğu da kolayca ortaya konabilir.
Gelelim günümüze! Gezi ve Osman Kavala Davası, Selahattin Demirtaş ve Kobani Davası da mahkemelerin değil, bugün sözünü ettiğimiz kurumlarda görev yapan ve sayıları iki elin parmağını geçmeyecek “devletlular”dır ki biz onların kimler olduklarını da biliyoruz.