Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür, Türkiye’nin resmi ve eğitim dili Türkçedir. Kürt keşfedilmemiş yasaklı bir alandır, aynı kadın cefakarlığı örneğindeki gibi Kürtler de Türklere verdikleri hizmet oranında varlardır…
Ilgar Akansel
Toplum içerisindeki hiyerarşik ilişkiler ve dinamikler her zaman çetrefilli bir yapıya sahip olmuştur, egemenin şiddeti ezilenin konumlanışını, ezilenin şiddeti egemenin pozisyonunu doğrudan etkilemiştir; ayriyeten birinin iktidar pozisyonu diğerini de değişmeye, dönüşmeye zorlamıştır. Yani başka bir deyişle anlamlar ve dinamiğin niteliği değişiklik arz etmese de bu dinamiğin ve göstergenin tezahürleri her zaman değişegelmiştir. Mevcut siyasal, sosyal, kültürel yaşam; dinamiği farklı formlara bürünmeye itmiş lakin aslolan içerik hiçbir zaman değişmemiştir.
Belki de anlaşılır bir örnek vermek adına kadın erkek ilişkisi üzerinden ilerlemek daha makul ve anlamlı olacaktır. Tarihsel açıdan ilk sömürgesellik ilişkisi kadın ve erkek arasında kurulmuştur, henüz nesnenin tanımlanmadığı, herkesin eşit statüde olduğu bir tarihsel aralık zamanla üretim sistemindeki değişiklikler, savaşlar, toplumsal alanın işgali gibi etmenlerle tersyüz edilmiş ve yeni bir paradigmanın doğuşuna önderlik etmiştir; bu paradigmada sırasıyla siyasal yabancılaşmayı yaratacak devlet vesayeti, ekonomik yabancılaşmayı ve sömürü ilişkisini doğuracak sınıflar ve ayrı bir sömürü ilişkisine tabi olan eril tahakküm vardır.
Kadın erkeğin sömürgesi konumundadır, kadının erkeğin sömürgesi konumunda olduğu hakikati baki kalmasına rağmen dinamik sürekli şekilde revize olarak kadınların erkekler karşısındaki mevcut pozisyonuna göre kendisini yeniden yaratmıştır. Bugünkü kadın sömürüsünü tanımlayan faktörlerle, iki yüz yıl önceki kadın sömürüsünü tanımlayan faktörler bir değildir; mekana, zamana göre değişen gerçeklikler vardır fakat dinamiğin hakikati asla değişmemiştir. Kadın erkeğin nesnesi, sömürgesidir; göstergeler değişse de sömürgeselliği yaratan asıl etmen asla değişmemiş ve değişmeyecektir: kadının erkek üzerinden tanımlanması ve toplumsal yaşam içerisindeki konumunun erkek tarafından belirlenmesi. Bu sürecin öncelikli olarak siyasal ve toplumsal alanda başladığı âşikardır; patronlar, ceolar, müdürler, devlet yöneticileri ağırlıklı olarak erkektir, aynı meslek dalında dahi kadınlar erkeklerden az ücret alabilmektedir; fakat mesele yalnızca iktisadi ve siyasi faktörlerden ibaret değildir, asli olarak kültürel bir tahakküm söz konusudur, kadınlar da eril düzenle barıştıkları ölçüde sistem içerisinde yer alabilirler fakat özne olmalarının ölçütü paradoksal olacak şekilde nesne olmayı kabul etmeleridir, erkek ne kadar varsa kadın o kadar var, kadın ne kadar varsa erkek o kadar yoktur; kimliksizleşme hâli kabul edildikçe kadının sömürgesellik ilişkisindeki konumu değişmese de asgari düzeyde kendini var edebilir.
Diyaloglarda bolca bağlaç kullanan, altta kalan, törpüleyen her zaman kadındır, sosyal hayatta erkek tarafından tanımlanan kadındır esasında tezat gelecek biçimde kadının özgürlüğünün boyutunu tanımlayan irade erkek iradesidir. Yüz yıl önceye kadar kadını tanımlayan geleneksel roller annelik üzerinden inşa edilmiş, kurgulanmıştı, bugün göreli olarak kadınların siyasal ve ekonomik hayatta olmasının sebebi eril düzenin beklentilerinin farklılaşmasıdır. Bugün kadınların annelik rolünde mahir olması gerektiği gibi estetik bir görünüme sahip olmak, cinsel açıdan başarılı olmak gibi yaratılan başka “vazifeleri” de vardır fakat hakikatte kalıplarda değişen hiçbir şey yok. Yüz yıl önce başlık parasına satılan kadın bedeni, bugün tasavvur edilen ideal yaşantı pahasına yaşama gereksinimlerini karşılayabilecek zengin ve yaşlı erkekte kendisini buluyor nitekim kadın erkeğin cinsel zevklerine hitap edebildiği oranda ekonomik ve sosyal alanda kendisini var edebiliyor; son dönemde özgürleştirme adı altında öne çıkarılan fuhuş, onlyfans gibi göstergeler bu bağlamda değerlendirilebilir; muhafazakar ve seküler toplumun göstergeleri farklı olsa da toplumun niteliğinde ve içeriğinde değişen hiçbir şey yok, sömürgesellik yükselerek devam ediyor. Devam etmekle kalmayıp aynı zamanda bir kültür inşa ediyor, eril düzenin nesnesi kadın aynı zamanda sistemin merkezindeki özne hâline getirilmiştir; bugün kadınları zengin, güçlü, statü sahibi erkekleri tercih etmeye, şiddetten zevk almaya iten veya işçi bir erkeği yalnızca ezilecek bir nesne veya vicdan mastürbasyonu nesnesi görme tezahürünü yaratan eril düzenin kendisidir. Güçlü ve zengin erkeklerin cinsel zevklerine hitap etmeyi, küfürü, tüketici cinselliği “özgürlük” olarak pazarlayan da eril sistemdir dolayısıyla sistem, sistem olmakla kalmayıp Gramsci’nin tabiriyle bir hegemonya inşa etmiştir, rızanın yalnızca zora dayalı kabullendirimi değil aynı zamanda satın alınması söz konusudur.
Kadınlıkla Kürtlüğün ilişkisi oldukça paraleldir, ikisinin de kaderi “ikincil” biçimde çizilmiştir. Kadının kaderinde “ikinci” cinsiyet olmak Kürt’ünse alnında ikincil insan olmak yazmaktadır. Kadın zihninin ve duygularının eril düzen içerisinde erkek tarafından tayin edildiği gerçekliği Kürt-Türk ilişkisinde de tezahür eder. Kürt ancak Türk’ün himayesi altına girmeyi kabul ettiği, Kürtsüzleştiği oranda Türkiye’nin parçasıdır; başka bir deyişle Kürt hem var hem de yoktur, kadının erkek bedeninin yansıması olduğu gerçekliği aynı eril düzen içerisinde Kürt’ün Türk’ün yansıması olduğu savı şeklinde vuku bulur.
Bir kadın methedilirken erkeğe biçtiği hizmet oranında mükafatlandırılır, bir kadının ulaşabileceği en üst rol ancak erkeğin gölgesinin büyüklüğü kadardır. Kadın “çok iyi anne, eştir”, “bir kadının ulaşabileceği en üst mertebe annelik”tir, “her başarılı erkeğin arkasında bir kadın var”dır, “anneler çiçektir”, “anneler kutsal”dır. Çiçek benzetmesinden türevi mübalağalı övgülere kadın ruhunun alabileceği övgüler erkekle sınırlandırılmıştır, yukarıda belirttiğimiz gibi kadın ancak sistem içerisinde saklandığı, istenilen rollere uyduğu müddetçe değer kazanır ve “cefakar”lığıyla övünür; hatta daha da öteye gidilerek genellikle kadın ızdırapçılıkla özdeşleştirilir denilebilir, zira bir kadın erkeğe ve ailesine hizmetinde ne kadar çok acı çekerse o kadar değer kazanır.
Kürtlük ve Türklük ilişkisindeki diyalektik bu biçimde tezahür eder, her ne kadar kadın erkek ilişkisinin inşa ettiği rıza kabulleniminin aksine kaba kuvvete sık sık evrilse de özellikle Kürt halkının kendini dayattığı, kendi kimliğini kabullendirdiği zaman diliminden itibaren göstergeler daha da benzer bir hâle gelmiştir. Kürt hem var hem de yoktur ilk önce yukarıda bahsedilen siyasal ve toplumsal ilişkiyle başlar bu tahakküm; Kürt hukuken yoktur, Kürt dili ve tarihi devlet nezdinde siyasal alanda bir hiçlikten ibarettir; Kürt kendi dilinde eğitim alamaz, kendi dilinde kamusal alanda konuşamaz, kendi kültürünü ve tarihini öğrenemez fakat rıza kabulleniminin sağlanması adına doğrudan Kürt yoktur denilemez, Kürt saklanılması gereken bir kadın gibidir.
Feodal kültürde “kaç çocuğun var” denilerek soru yöneltildiğinde erkek çocuk sayısı söylenir, günümüzde de çocuk kelimesi erkekle özdeşleşmiştir bu toplumsal altyapıdan ötürü; benzer şekilde Türkiye’de hangi halkların, dillerin, kültürlerin yaşadığı sorusuna devletin ve hukukunun cevabı nettir: Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür, Türkiye’nin resmi ve eğitim dili Türkçedir. Kürt keşfedilmemiş yasaklı bir alandır, aynı kadın cefakarlığı örneğindeki gibi Kürtler de Türklere verdikleri hizmet oranında varlardır; Kürtler Kurtuluş Savaşı’nda Türklerle beraber savaşmışlardır, Çanakkale’de, Malazgirt’te beraber omuz omuza “düşman güçleri”yle çatışmışlardır. Kürt tarihi denildiğinde sığ resmi ideolojinin ancak derinliklerinde bulunabilen Türklerle verilen mücadeleden ibarettir; Kürt-Türk kardeştir fakat “kendi kaderini tayin edecek zekaya vakıf olmayan” Kürtler emperyalistler tarafından kandırılmaktadır veya Kürt halkının büyük çoğunluğunun destek verdiği ulusal hareketler ve isyanlar “Ermeni” önderler tarafından yönlendirilmektedir. Aynı feministlerin “emperyalistler tarafından fonlandığı”, genç kızların beyninin yıkandığı” “hakikat”i gibi. En iyi ihtimalle varılan sonuç iyi niyetli insanların başka bir akıl tarafından kandırıldığı varsayımıdır, hiçbir koşulda Kürtler ve kadınlar irade sahibi varlıklar olarak kabul edilmez. Kürt’ün ve kadının adı ancak boşanma veya boşanma tehdidinde anılır; bu iki irade kötü muameleye karşı başkaldırmaya, bağımsızlaşmaya karar verdiğinde erkekler kadınlara, Türkler Kürtlere naralar atmaya başlar; “büyük aşk”tan, “tarihsel kardeşlik ve beraberlik”ten bahsederler. Boşanma kararına kadar yok sayılan iki hakikat egemen tarafından mülkiyetini kaybetme korkusuyla dile getirilmeye, yeni varsayımlar üretilmeye başlanır. Kadının ve Kürt’ün cefakarlığı, erkeğin kadın, Türk’ün Kürt için verdiği emekten bahsedilir, “iyi niyetli” orta yolcular yaratılır neticede Kürt’ün ve kadının iradesinin değeriyle Türk’ün ve erkeğin iradesinin değeri bir değildir. Erkeğin ve Türk’ün şiddeti “unutulabilir”, “affedilebilir”; her ikisinin de cinselliği, fetişize edilen egemenlik gücü bir ayıp olmanın ötesinde hakimiyetin ifadesidir ancak kadının cinselliği, Kürt’ün şiddeti bir ayıplanma, utanç konusudur. Cihan imparatorluğu olmakla, kadın “fethetmek”le övünenler mevzubahis Kürtler ve kadınlar olduğunda ahlâkî değerler ve insan hakları bekçisi kesilirler çünkü her iki tahakküm biçimi de dünya görüşünden bağımsız bir mutabakata bağlıdır. Söz konusu kadınlar ve Kürtler olduğunda seküler bir erkekle muhafazakar bir erkeğin, milliyetçi bir Türk’le “sosyalist” bir Türk’ün bakış açısı çok az farklıdır. Türk’ün ve erkeğin şiddeti ideolojik gerekçelerle meşrulaştırılırken, Kürt’ün ve kadının kendi haklarına ulaşmak için gösterdiği şiddet kriminalize edilecek bir vaka olarak anılır. Bir taraftan kadınlara ve Kürtlere boşanmaya gerek olmadığı salık verilir fakat bir diğer taraftan Kürtler ve kadınların bağımsızlığı aynı zamanda bir alay başlığıdır; tartışma ileri bir boyuta taşındığında Kürtlerin tarihsel açıdan devlet kurmakta başarısız olduğu, Kürtlerin devlet kurması fikrinin gülünç olduğu veya özgür kadın davranış ve hareketlerinin karikatürize bir görüntü olduğundan bahsedilir; zira burada devreye giren Egemen’in iki yüzlülüğüdür Kürt ve kadın güçsüz olduğunda devreye giren şiddet, Kürt ve kadın güçlendikçe yerini ne idüğü belirsiz sevgi sözcüklerine bırakır. Özetle “bak bu bir Kürt” denilerek övülen Kürt’le, “çiçek” kadın bir irade olmaya karar vermekten bağımsızlaştığı anda “Küt” böreği ile “erkek bedeninin yansıması”na dönüşür.
Sonuç olarak Kürt de kadın da bütünün parçasıdır, sistemin devam etmesi için parçaları olmalıdır, bütünden bağımsız olmaya karar verdiklerinde tezat görünecek şekilde yoğun bir şiddet ve sevgi gösterisiyle karşılaşırlar fakat bütün içinde yer almaları ancak “üvey” evlat, “kardeş”, “evinin kadını” olmayı kabul etmeleriyle mümkündür; hem Kürt hem kadın var ve yoktur, varlığı ve yokluğu iç içedir; kadın erkeğin, Kürt Türk’ün “namus”u kabul edildiğinden dış tehdide karşı bir muhafazakarlık, koruma iç güdüsü söz konusudur fakat babanın çocuğunun dövülmesine yalnızca kendisini hak görmesine benzer şekilde Kürt ve kadın için hakimiyet alanında şiddet, kimliksizleşmek ve hem rızaya dayalı hem de kaba şiddetle bağlamsal olarak bütüne entegrasyon söz konusudur.
Kürtler ve kadınlar ancak sömürge olduklarını kavradıkları ölçüde neden “Küt”leştiklerini, “Kart, Kurt”laştıklarını, “cinsiyet”sizleştiklerini algılayabilirler; bu da sömürge ile cinsel ilişkiye girmeyi “ilericilik” görmekten, devletin şiddet törelerine ve törenlerine katılma hâlinden vazgeçme durumuna birçok davranış kalıbını bırakmayı gerektirmektedir. Bir kesim Kürt sömürge olduklarını farkında olmayacak olsa gerek ki iki sömürge gücünün siyasi çatışmasında menfaatleri ölçüsünde hareket etmektense bir diğer sömürgecisinden taraf olmakta veya sömürgecisi uğruna öldüğü Şehitler Mezarlığı’nı ziyaret etmeye, sömürgecisini “kahvaltı arkadaşı” görmeye halkını davet edebilme, halkına sömürgecinin şiddetine rağmen savaşta iktidarsızlaşma çağrısını yapma kudretini kendisinde görebilmektedir; fakat aslolan hakikat özgürlük bir gün özgür gelecek, iki sömürgeleştirilen gerçeklik Jinwar’da olduğu gibi kol kola yeni bir uygarlığı inşa edecektir.