Hazreti İsa’nın peygamber katına çıkması için yeryüzünde gerçekleştirdiği mucizeler, egemen görüşü alt üst eden önermeleri, öğretisi, sözleri ve eylemleri yeterli olmamış, işkenceler ile çarmıha gerilmesi gerekmişti.
Egemen inançları sarsmanın, benimsenmiş ezberleri bozmanın, onlara savaş açmanın bedeli elbette pahalı olacaktır. En basitinden örneklemek için günün döngüsünü anımsayalım. Dünya kendi ekseninde bir tur atmak için 24 saatin yarısını karanlıkta geçirmek zorunda. Gece, gündüze dönene kadar işlevsiz kalacağımızdan bizler de uyumayı tercih etmekteyiz. Lakin başımıza örülen bütün çoraplar, tam da biz uykudayken üretiliyor. Belli ki birileri uyumamızı fırsat biliyor. İşte o zaman karanlığı aydınlığa çevirmeye kararlı insanlarla karşılaşıyoruz.
Galileo Galilei’nin yaptığı, ortaçağ karanlığında bir mum yakmaktan ibaretti. Basit bir mumun ışığı bile dünyanın sabit olmadığını, kendi etrafında dönmesi yetmezmiş gibi, 12 ay süren uzun bir yolculukla güneşin etrafında da döndüğünü anlamamıza yetmişti. Dahası dünya sandığımız gibi düz de değildi. Ağaçlar, hayvanlar, insanlar bir kürenin üzerinde yaşıyorduk.
Galilei yaktığı mumun bedeli olarak engizisyonda yargılandı.
19 Ocak tarihi, 13 yıldan beri siyasi takvimimizde müstesna bir yere sahip. O gün, saat üçte, kurduğu Agos gazetesinin kapısında, toy bir oğlanın kalleş pususunda yitirmiştik karanlığı aydınlatmaya çalışmış gazeteci Hrant Dink’i. Bu Pazar günü, 12. kez Osmanbey’de, katledildiği kaldırımda Hrant Dink’i anmaya hazırlanıyoruz. Onun da hayattayken yaktığı mumlar yeterli olmamış, boğuştuğu inkâr ve yalanın karanlığını aydınlatmak için, kendi bedeninin de yanması gerekmişti.
Yoğun bir karanlıktı Hrant Dink’in aydınlatmaya çalıştığı. Yapay, temelsiz bir tarih anlatısının ardında gizlenmek isteneni, inkâr edilen büyük suçu, devletinden toplumuna bulaşmış mazlum kanını göstermeye, görünür kılmaya çalışmak, oluşturulan tabuları yıkmak için yakılacak ateşin de büyük olması gerekiyordu. O ışığı görenler, ölümünden sonra karanlığı daha da yenmek için her yıl 19 Ocak’ta, düştüğü kaldırımda toplanarak onun yaktığı ateşi harlamaya çalışıyorlar.
Hayatın gösterdiği ise, karanlığı yenmek için tek bir ateşin yeterli olmayacağı. Aynı kaygılarla farklı farklı yerlerde tutuşturulan ateşlerin birbirini beslemesi ile karanlıklar aydınlığa çıkacaktır.
O yüzden de her yıl 19 Ocak’ta Hrant Dink’i ananlar, bir başka aydınlık savaşçısını, Tahir Elçi’yi anmadan, Hrant’ın ve Tahir’in mücadelelerinin paralelliğini anmadan edemiyorlar. Artık her Hrant anmasında bir parça Tahir, her Tahir anmasında da bir parça Hrant var.
İnsan bedeni ölçeğinden baktığımızda, ateşin düştüğü yeri yakmasından bahsedebiliriz belki ama toplumlar ölçeğinde baktığımızda, düşen ateşin ne kadar yeri yakacağı bir bilinç meselesi haline geliyor. Deneyimlerden ders çıkarabilme yetisine bağlı olarak, ateşin acısını paylaşmak mümkün. “Sen içerde ürpermelisin, dışarda, kırk günlük yolda yaprak kıpırdasa” demişti Nazım Hikmet, ‘İçerde yatacak olana öğütler’ adlı şiirinde.
19 Ocak 2007’den bu yana ne zulüm üreten çarklar durdu, ne de o çarklara çomak sokma mücadelesi. Tersine, çarka çomak sokanların azmi yükseldikçe, çarkın dişlileri arasında ezilme olasılığı da yükseliyor. Ama görmek gerekir, çarkın dişlileri kırılmaya başladı bile. Yaşanan her bir ekonomik, siyasi, diplomatik kriz çarkın kırılan bir dişlisine karşılık geliyor.
Hal böyleyken çomak dediğimiz çeliğe bir su daha vermektir çözüm, direnişi yükseltmek, safları sıklaştırmaktır. Zulüm, faşizm küresel ise, ona karşı mücadele de küresel olmak zorunda. O yüzden “… İçeride, dışarıda, derste, sırada, nerede olursan ol yürü üstüne- üstüne, tükür yüzüne celladın, fırsatçının, fesatçının, hayının… Dayan kitap ile, iş ile, tırnak ile diş ile. Umut ile, sevda ile, düş ile…” demişti ozan Ahmet Arif. Biz de yazıyı sloganla bitirelim. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz.” 19 Ocak 2020’de Agos’un önünde buluşmak üzere.