Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt sorunu çözülmeden mümkün değildir. Kürt halkı ile eşit, ilkelere dayalı bir işbirliği tüm Türkiye’ye kazandıracaktır. Şimdi demokrasi güçlerinin sorumluluk üstlenme zamanı
Sebahat Tuncel*
Yaşadığımız çağda bazı gündemler çok çabuk değişmekte, bazıları ise hiç değişmemektedir. Çok uzun süredir Türkiye’nin değişmeyen gündemleri, kadına yönetik şiddet, kadın özgürlük sorunu, Kürt sorunu, demokrasi, eşitlik, özgürlük sorunu, hak ve özgürlüklerin kullanımı önündeki engeller. Cezaevlerinde süreci takip etmek ve güncele dair değerlendirmeler yapmak ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Dışarıda hayat hızlı, içeride is yavaş akıyor. Dışarı ile iletişim kurma olanakları da ne yazık ki sınırlı; o nedenle güncel konular üzerine yazmak pek mümkün olamıyor. Bundan dolayı bu yazının konusu hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyen ama son dönemlerde ülkeyi yönetenlerin üzerine konuşmaktan çekindiği hatta konuşulmaması için özel mesai harcadığı Kürt sorunu üzerinedir.
Sömürge durumu
ABD’de polisin Minneapolis kentinde siyah George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinden sonra “nefes alamıyorum” sloganı ile dünyanın birçok yerinde eylem etkinlikler yapıldı. Irkçılık lanetlendi. Aslında G. Floyd ne ilk kurbandı ne yazık ki ne de son. ABD başta olmak üzere dünyanin pek çok yerinde yasal olarak ırk ayrımcılığı, ırkçılık yasaklanmasına rağmen siyahlara yönelik fiili olarak ırkçılık ve ayrımcılık, polis şiddeti ve ırkçı saldırılar günümüzde de sürmektedir. Stokely Carmichael, ABD’deki ırkçılığı bireysel düzlemde değil, kollektif, yapısal düzlemde işlediğinin altını çizer. “Bütün bir Amerika sistemini Beyazları yukarda Siyahları aşağıda (yani sömürge durumunda) tutmak için geliştirilmiş kurumsal bir yapı” olarak değerlendirmektedir. Aslında bu değerlendirme tüm ulus devletler açısından da yapılabilir. Farklı kimlik ve kültürlere yönelik ayrımcı, ötekileştirici, aşağılayıcı pratikler sadece bireylerin yaklaşımı değil, ulus-devletin uygulamaları olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca ırk veya inanç gözönüne alınarak, ırkından ve inancından dolayı boyunduruk altına alınmak istenen, baskıya maruz kalan halkların varlığını kimse inkar edemez.
Boyunduruk altına alma
Kürtlerin, Asuri-Süryanilerin, Ermenilerin, Alevilerin yaşadığı devlet kaynaklı baskı, şiddet ve sindirme politikaları Türk ulus-devlet politikasının uygulamalarından bağımsız ele alınamaz. Yaşanan duruma ırkçılık demek için illa derimizin renginin siyah olması gerekmez. S. Carmichael, “Irkçılık sözcüğü, bize göre ırksal bir grubu boyunduruk altına almak ve onun üzerindeki denetimi sürdürmek gayesiyle ırk göz önünde tutularak alınan kararlar ve yürütülen politikalardır” diyor. Tekçi, mezhepçi, cinsiyete yaklaşımlar nedeniyle bu coğrafyada insanlar tarifi imkansız acılar yaşamıştır, ne yazık ki hala da yaşamaktadır.
Kollektif ırkçılık
Türkiye’de bu acılara neden olan ayrımcı, ötekileştirici, tek tipleştirici anlayış mevcut cumhur ittifakı/ iktidarı tarafından sürdürülmektedir. Türkiye’deki ırkçılığın, milliyetçiliğin, dinciliğin ve tabi ki bunların hepsi ile kesişen cinsiyetçiliğin yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Bizim ülkemizde ırkçılık yok diyen ve büyük bir coşkuyla ırkçılığı kınayanlara gerçekten sormak gerekir. Bu ülkede gerçekten ırkçılık yok mu? O zaman Kürtçe konuştuğu için yaşanan linçlerin, insanların öldürülmesini nasıl izah ediyorsunuz? Ya da Kürt halkının binbir emekle kazandığı belediyelenin gasp edilmesi, “kayyım siyaseti”ni nasıl izah edersiniz? Ya da halkın çocuklarının mezarlanının bir gece ansızın boşaltılarak İstanbul Kilyos’ta kaldırımda üst üste yığılmasını, ya da bir anneye çocuğunun cenazesini postayla gönderilmesini nasıl izah edersiniz? Örnekler daha da çoğaltılabilir. Her bir Kürt yurttaşın günlük yaşamında, işyerlerinde, kamusal alanda, demokratik siyaset alanında yaşadıklari deneyimleri saymıyorum bile. Bir ülkede eğer bir halk kimliğinden dolayı ayrımcılığa uğruyor, kriminalize ediliyorsa orada aslında gizli değil açıktan açığa ırkçılık var demektir. Bu durum tam da S. Carmichael’in altını çizdiği “Irkçılığın bireysel düzlemde değil, kollektif, yapısal düzlemde” yani bizzat devletin uygulamaları ile açığa çıkmaktadır.
Özerlik anlaşması
Kürt sorunu dediğimiz olgunun esasını da Kürt dilinin, kimliğinin, kültürünün, inancının inkar edilmesi veya bu kimliklerden dolayı baskıya, ayrımcılığa maruz kalmalarından kaynaklanmaktadır. Yüz yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca benimsenen inkar, imha ve asimilasyon politikaları sonucu konuştuğumuz Kürt sorunu, esasta Kürt halkının haklarının gasp edilmesi ve sorunun çatışma, şiddet ve savaş zemininde tutulmasının sonucudur. Oysa 1. cumhuriyetin kuruluş sürecinde M. Kemal, Kürtlerle ittifakı bir zorunluluk olarak görmüştü; ki cumhuriyeti kurmak ancak böyle mümkün olabilmişti. Buna rağmen Kürtlerin eşit yurttaşlar olarak Cumhuriyetin bir parçası olması engellendi. Sadece M. Kemal değil, Osmanlı İmparatorluğu en kritik dönemlerde Kürtlerle her zaman ittifak halinde olmuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan hemen önce 20 Aralık 1918 Kürdistan Teali Cemiyeti ile Ferid Paşa kabinesi arasında Kürdistan’a özerklik verilmesi konusunda anlaşma yapılmıştır. Yapılan anlaşma şöyle: “Çoğunlukla Kürd halkının oturduğu memleketler siyaset olarak islam halifeliğine ve Osmanlı Saltanatı ‘na bağlı olmak şartıyla, toplam halkın çoğunluğu tarafından seçilecek bir Emirin başkanlığı altında Özerk yönetime sahip olacaktır.”
Muhtariyet sözü
M. Kemal’in de İzmir’de Kürtlere Muhtariyet sözü verdiği hep konuşula gelmektedir. 1921 Anayasası da bunun üzerine şekillenmiştir. Ancak Türkiye 1921 Anayasası’nın demokratik ve çoğulcu yapısını kurumsallaştırmak yerine, tekçi, inkar, imha ve asimilasyoncu bir siyaseti esas alan ve 1924 Anayasası ile kurumsallaştırılan bir sürece evrilmiştir. Türkiye tarihi üzerine biraz kafa yoranlar görecektir ki, isyanlar süreci de bu dönemde yoğunlaşır. Buradaki maksadım bir tarih anlatısı değildir. Kürt meselesinin Kürtlerden kaynaklı değil, bizzat devletin yürüttüğü politikaların sonucu olduğunun altını çizmek içindir.
Kürtler yurttaş değil
Türkiye’de rejim ciddi bir kriz yaşamaktadır. Krizin esas nedeni çok kimlikli, çok kültürlü yapının yok sayılması, tekçi ulus-devlet anlayışında ısrardır. AKP ve R. Tayyip Erdoğan bu rejim krizini 2. cumhuriyeti inşa ederek neo-Osmanlı siyasetini esas alarak kendince aşmak istemektedir. Bu politikanin merkezine Kürt düşmanlığını, Kürt karşıtlığını koymaktadır. Uluslararası ilişkilerini de bu siyaset üzerinde sürdürmektedir. 1. cumhuriyetin kuruluşunda Kürtler ve İslami kesim dışlanmıştı. 2. Cumhuriyeti kuranlar da Kürtleri baş düşman ilan ederek kurdukları rejimin dışında tutmayı amaçlamaktadır. Bu politika, Kürtlere yönelik kapsamlı saldırı, Kürtlerin demokratik siyaset alanından dışlanması, dil, kimlik ve kültürel haklarının gaspı yani “Kültürel soykırımı” hedefliyor. Bu süreçte Kürtlere yönelik “özel hukuk” devreye konulmuştur. Mevcut yasa ve anayasalar Kürtler için geçerli değildir. H. Arend’in “yaşayan cesetlere dönüştürülme süreci” diye belirttiği süreci yaşamaktadır. Bu sürecin ilk aşamasi “hukuk kişiliğinin yok edilmesi… hukukun korumasından çıkartılması”dır. Kürtler fiilen yurttaşlıktan çıkarılmıştır aslında. Yasalar Kürtler söz konusu olduğunda uygulanmamakta, kolayca ihlal edilmektedir. Bunun gerekçesi de hazırdır “terörizm, terörizme destek”.
HDP’nin korkuluyor
Arend bu sürecin ikinci aşamasını cezaevlerinin bir nevi toplama kampı görevini gördüğünü belirtir. Bugün cezaevlerinde bu kadar Kürt siyasetçinin varlığı ancak bununla açıklanabilir. Kürt halkının hak ve özgürlüklerini savunmak, Kürt dili, kimliği ve kültürünü savunmak terörizmle eş tutulmaktadır. “Kürtleri de biz temsil ediyoruz, HDP Kürtlerin değil teröristlerin partisidir” söylemine sarılanlar esasta inkar, imha ve asimilasyon politikalarını, güncelleyerek, Kürt halkını halk olmaktan çıkarmak, kendilerine biat eden modern köleler yapmak istemektedirler. Bunu başarırlarsa diğer tüm halklara aynı politikayı uygulayacaklardır. O nedenle mesele sadece Kürtlerin meselesi değil tüm Türkiye’nin meselesidir. Tabi bu politikalara karşı büyük bir direnişin olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Her ne kadar HDP bu direniş potansiyelini yeterince örgütleyememiş, kendisini de aktif bir siyasi özne haline getirememiş olsa da tüm baskı ve zor politikalarına karşı Kürt kadınları başta olmak üzere Kürt halkı direnmektedir. Devletin 2015’ten bugüne uyguladığı tüm baskı politikaların rağmen HDP’nin her geçen gün güçlenmesi bu direniş gerçeğinin bir sonucudur. Toplumda çok güçlü bir demokrasi dinamiği mevcuttur. Devlet bu dinamikten korkmaktadır. Türkiye demokrasi güçleri ile Kürt demokrasi dinamiğinin buluştuğu HDP o nedenle iktidarı çok korkutmaktadır. İktidar CHP muhalefetinden değil, HDP muhalefetinden korkmaktadır. O nedenle HDP’yi engellemek için her türlü yol ve yönteme başvurmaktadır.
Çıkışın iki yolu
Türkiye’de 2015’ten bugüne tüm hak ve özgürlükler, yasalar, anayasa, siyasi partiler kanunu ve evrensel hukuk normları askıya alınmış durumda. Meclis’te her gün çıkarılan yasalarla kadınların, demokrasi ve özgürlük güçlerinin hak ve özgürlük savunucularının kazanımları ortadan kaldırılmaktadır. Yaşanan tüm bu sorunların merkezinde demokrasi ve özgürlükler sorunu vardır. Ve Türkiye’nin demokratikleşmesi, özgürlüklerin güvence altına alınması, Kürt sorunu çözülmeden mümkün değildir. O nedenle Türkiye’nin bu gidişinden rahatsız olanların bu işe dur demesinin iki yolu var; birincisi, Kürt halkıyla yani HDP ile yana yana durarak mücadeleyi büyütmektir. İktidar bunu engellemek için her türlü yol ve yönteme başvurmakadır. Ne yazık ki Millet İttifakı’nın bu konuda iktidardan aşağı kalır yanı yoktur. İkincisi ise iktidarla hangi düzeyde olursa olsun işbirliğine son vermektir. Yan yana gelmemektir. AKP ile herhangi bir konuda dış politika olsun, iç politika olsun aynı metne imza atmak, yan yana durmak AKP’nin ömrünü uzatmaktan başka anlam ifade etmez. Türkiye’de o nedenle iktidar değişmiyor. Bu denklemin değişmesi gerekir. Kürt halkı ile eşit, açık ilkelere dayalı demokratik bir işbirliği tüm Türkiye’ye kazandıracaktır.
Bunun için de kapsamlı bir demokrasi cephesine ve barış hareketine ihtiyaç vardır. Demokratik, özgür, eşit ve barış içinde bir gelecek ancak onun örgütlülüğünü sağlamak ve mücadele etmekle mümkün. Türkiye halklarının bu konuda güçlü bir iradesi olduğu en son yerel seçimlerde açığa çıkmıştır. Şimdi demokrasi ve özgürlük güçlerinin bu konuda sorumluluk üstlenmesinin zamanıdır.
*Kandıra F Tipi Cezaevi’