Gün, emekli paşaların günü. Bir zamanlar Balyozcu, Ergenekoncu, vesayetçi diye hor görülen, emekli edilen, hapislere atılan paşalar, bugün “Barış Pınarı” sayesinde ekranlardan eksik olmuyorlar; “operasyonun” muvaffakiyeti bakımından zaruri hususları, bir zamanlar devirme komploları kurarken bugün milli menfaat icabı biat ettikleri “başkomutan”a arz etmek üzere.
Bu paşalardan biri geçen gün canlı yayında coştu, kaçırıverdi. Sorun şu: “teröristler”, 30 kilometre güneye çekilecekmiş fakat ailelerinin çekilmesi konusunda bir anlaşma yokmuş. Efendim, böyle şey olur muymuş? Paşa devam ediyor: Şimdi bu ailelerde 15-25 yaş arası erkek gençler de var ve bunların terör örgütünün etkisi altında olma ihtimalleri yüksek; o halde, aileler de Rojava’dan çıkarılmalıdır. Yani, tehcir şart. Bu noksan sebebiyle ‘emekli paşalar rahatsız!’
Türkiye kamuoyuna “tehcir” diye dikte edilen tarihsel vaka, 29 Ekim 2019 itibariyle dünyanın 29 ülkesi tarafından resmen “soykırım” olarak adlandırılıyor. Yirmi dokuzuncu ülke ABD. TC’nin 96’ncı sene-i devriyesini paşalardan ÖSO’culara kadar “milletçe” yekvücut halde idrak ettiğimiz o gün, ABD Temsilciler Meclisi’nden soykırım kararı ile birlikte Türkiye ordusu ile Erdoğan, yardımcısı, damadı ve dışişleri bakanını kapsayan bir yaptırım paketi de geçiyor. Kararda kullanılan kelimelerle, Suriye Kürtlerine karşı yapılan kanlı askeri saldırıdaki sorumlulukları nedeniyle.
Bu kararın zamanlaması anlaşılabilir. Ortada bir “harekat” var ve Trump’ın Suriye özel temsilcisi James F. Jeffrey Türkiye destekli güçlerin savaş suçları işledikleri iddiasının soruşturulduğunu açıklamış bulunuyor. Ama aylardan Nisan değil ve Ermeni soykırımının şimdi kabul edilmiş olması, bir eşzamanlı çağrışım ya da analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un koyduğu isimle bir “anlamlı raslantı” olmalı. Yaşanılmakta olanlar, ABD kamuoyunun kolektif vicdanında “tehcir” vakasının izlerini tetikliyor belli ki.
Tarihin ne derece tekerrür etmekte olduğunu anlamak için “tehcir” vakasının aşamalarına bakmak gerekiyor. 24 Nisan 1915 günü, İstanbul’da Ermeni toplumunun meclisteki seçilmiş milletvekilleri de dahil olmak üzere bütün önde gelen aydınları, yazarları ve siyasetçileri tutuklanmış ve çoğu birkaç ay içinde öldürülmüştü. Bunu takiben, saldırı sivil Ermeni halkına yönelmiş ve sayısı 1.5 milyon civarında insanı kapsayan bir toplu katliam gerçekleşmişti. Suriye’de Deyr Ez Zor’a kadar uzayan “tehcir”den hayatta kalabilenler, dünyanın dört bir yanına dağıldılar.
Bu vaka, Osmanlı yönetimi tarafından “terörle mücadele harekatı” olarak adlandırıldı ve o günden beri de Türkiye devleti tarafından resmen bu şekilde savunulmakta. Bu “harekat” içinde, Osmanlı gizli servisi tarafından desteklenen çeteler resmi ordu ile birlikte aktif rol oynadılar. “Terörist” denilenler, özellikle Van yöresinde bu çetelerin ve resmi güçlerin birlikte yürüttükleri sistematik saldırıya karşı Ermeni gençlerin oluşturduğu öz-savunma gruplarıydı. Terörist olmayan gençler ise 1914 yılında ilan edilen seferberlikte askere alınmış ve sayısı 100 bini bulan gayrı Müslim genç, amele taburlarında köle emeği olarak çalıştırılmışlardı. Bunlardan geriye dönen olmadı; olduysa da geri dönecek bir evleri yoktu artık.
Emekli paşanın başta işaret ettiği noksan husus işte bu. Belli ki 15-25 yaş arası Kürt gençlerin toplanarak amele taburları kurulmasının zaruretine işaret etmek üzere konuyu gündeme getiriyor. Belli ki, siyasi iktidar tarafından Suriye’nin kuzeyinde yapılanlarda eksik kalan başka hiçbir husus yok. Her şey, Talat’ın telgrafında verdiği emirler gereğince harfiyen uygulanmakta. Sayıları yüz binleri bulan sivil Kürt halkı, güneye, yüz küsur sene sonra bir kez daha Deyr Ez Zor’a doğru zorunlu göç halinde. Her şey tamam; bir amele taburu eksik.
“Barış” harekatı nedeniyle “tehciri” hatırlama ihtimaline karşı uyarı ise bir “muhalefet” partisi sözcüsü Yavuz Ağıralioğlu adlı şahıstan geliyor: “Kafamızı bozmayın, kız çocukları da dahil bütün çocuklarımızın adını Talat koyarız”. Yakışır. İsme hacet yok hepiniz doğuştan potansiyel Talatsınız zaten.