Öcalan’ın çağrısı üzerine Kandil ve Mahmur’dan gelen barış grubunun Habur’dan giriş yapmasının üzerinden 9 yıl geçti. 7 yıl cezaevinde kalan grup üyelerinden Turgut, ‘Öcalan’ın çağrısını yerde bırakmadık, ama devlet barışa hazır değildi’ dedi
Adnan Bilen-Müjdat Can/Van-MA
PKK Lideri Abdullah Öcalan, “Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümünü sağlamak ve toplumda barış iradesini güçlendirmek” amacıyla kritik süreçlerde barış grupları için çağrılar yaptı. Bu çağrılara uyan gruplardan biri de, Kandil ve Mahmur’dan Türkiye’ye gelen 34 kişilik barış grubuydu. 19 Ekim 2009 tarihinde Habur’den giriş yapan 34 kişilik gruptan birçok kişi daha sonra tutuklanarak hapis cezaları alırken, geriye kalanlar ise dönmek zorunda bırakıldı. Mahmur Grubu içerisinde yer alan ve barış için geldiği Türkiye’de 7 yıl cezaevinde kalan Nurettin Turgut, barış gruplarının o gününe ve bugününe dair soruları yanıtladı.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla 34 kişilik bir grupla Türkiye’ye geldiniz. O süreci biraz hatırlatır mısınız?
Gelişimiz, devletin bilgisi ve hatta ısrarı neticesinde alınmış ve uygulamaya geçilmiş bir karardı. O dönem MİT Müsteşarı ve yardımcısı böyle bir çağrının yapılmasının iyi olacağını, süreci daha çok ilerletebileceğini ısrarla belirtmişlerdi. Bu görüşmelerin hepsi İmralı notlarında mevcuttur. Ardından Sayın Öcalan bu çağrıyı yaptı. 9-10 Ekim 2009 tarihlerinde bu karar alındı ve 11 Ekim’de bu çağrı bize ulaştırıldı. Böyle bir proje ve planlamanın olduğu, Sayın Öcalan’ın bir çağrısının olduğu, Kandil, Mahmur ve Avrupa’dan 3 gurubun Türkiye’ye geçeceğini söylediler. Çağrının ardından Mahmur’daki meclisler başvurular aldı. Ben de bu projeden haberdar oldum ve kendi önerimi yaptım. 13 Ekim’de listeler hazırlandı ve 400 civarında öneri vardı. Bu öneriler birleştirildi ve değerlendirildi. Birkaç gün sonra da liste netleşti, isimler belirlendi. Hazırlığımızı yaptık ve Türkiye’ye doğru yola çıktık.
Kandil’den gelen gurupla nerede buluştunuz?
Hewler’de Kandil’den gelen 8 kişilik grupla birleşerek Habur’a geçtik. Kürt halkı, barışa ve özgürlüğe susamış bir halktır. Bir halk olarak bütün haklarımızı kullanmak istiyorduk ve bunları talep ediyorduk. Gelişimize, Kürt halkı, Türkiye halkları ve dünya büyük bir anlam biçti. Bizler de büyük bir anlam biçtik.
O dönem Öcalan, ‘Devlet buna anlam vermeyebilir ama bu guruplar bizi barışa yakınlaştırabilir’ demişti. Ne oldu?
Sayın Öcalan çağrı yaptığında şunu açıkça belirtti: “Ben bu devletin bu adıma büyük bir anlam vereceğini düşünmüyorum ama en azından devleti biraz daha barış sürecine yakınlaştırabiliriz, o yola sokabiliriz.” Biz de Sayın Öcalan’ın bu çağrısını anlamlı bulduğumuz için gelmeye karar verdik. Yoksa devletin ne yapacağını çok da düşünmedik. Biz Habur’a geldiğimizde elbette ki kaygılarımız vardı. Orada tutuklanabilirdik, hatta birçok kesimden tepkilerin olacağını, bizi vurabileceklerine kadar birçok şey düşünüyorduk. Bu kaygılarımız yersiz de değildi. Habur’a gelene kadar binlerce insan bizi uğurladı. O günkü duygu selini, coşkuyu, kucaklamayı hiçbir zaman unutamam. O halk, artık ülkesine, toprağına dönmek ve burada özgürce, barış içinde yaşamak istiyordu ki, bütün benliğiyle, coşkusuyla bizi uğurladı.
Habur’da tutuklanacaklar mı bırakılacaklar mı diye kafalarda soru işaretleri vardı. Neticesinde uzun süren görüşmelerden sonra bırakıldınız. Büyük bir coşkuyla karşılandınız. Böyle bir karşılamayı bekliyor muydunuz?
Habur Sınır Kapısı’nda bizleri vali ve yardımcısı karşıladı. Bazı işlemlerin ardından bizim gruptan benim de içinde olduğum 5 kişi tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildik. Netice itibariyle bir uzlaşma sağlandı. O zaman DTP Eş Genel Başkanı Ahmet Türk ve dönemin İçişleri Başkanı Beşir Atalay devredeydi. 5’imiz de serbest bırakıldı. Türkiye’ye giriş yaptığımızda ne biz ne devlet kimse böyle bir karşılamanın olacağını beklemiyordu. “Belki binlerce insan gelir” dedik, ama kapıyı geçince gördük ki yüzbinlerce insan o yollarda bizi kucaklamaya çalışıyor. Bütün bu karşılama, kucaklama, duygu seli bizim birey olarak veya birkaç kişinin gelişiyle alakalı bir durum değildi. Bu coşku Kürt halkının barışa olan özlemi, susamışlığı, özgürlüklerine olan düşkünlüğü ve en fazla da kendi iradesi olarak kabul ettiği Sayın Öcalan’ın projesi olması itibariyle duyduğu güvenle geldi. Biz böyle çok önemli bir sürecin parçası olduğumuz içinde tabi ki büyük bir gurur ve onur duyduk.
Muhalefetin Habur görüntüsüne ilişkin sert açıklamaları oldu; başta farklı açıklamalar yapan AKP yetkilileri de daha sonra söylem değişikliğine gitti…
Biz geldiğimizde rahat bir ortam vardı, uzlaşma zemini aranıyordu. Bu zemini güçlendirmek için geldik. Geçtiğimizde herkes memnuniyetini dile getiriyordu. Hatta dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül memnuniyetlerini açıklıyordu. “Kim böyle bir tablodan memnun olmaz ki” diyorlardı. Fakat o karşılama ve Diyarbakır final mitingi olduktan sonra Deniz Baykal’ın, Devlet Bahçeli’nin, muhalefetin çok büyük tepkileri devreye girince zaten kaygan olan o zeminde iktidar ve Erdoğan “U” dönüşü yaptı. Hatta AKP’liler “Sil baştan yaparız” söylemlerine kadar geldi. Bir süre sonra iktidar, “PKK’yi tasfiyeye doğru götürebilir miyim? Ne kadar bunları dağıtabilirim, etkisizleştirebilirim” mantığıyla yaklaşmaya başladı. Diyarbakır’dan sonra biz zaten Meclis’e kadar giderek oradaki tüm partilerle görüşecektik. Bizim amacımız barış zeminini güçlendirmekti. O dönem iktidar “U” dönüşü yapınca bundan vazgeçmek zorunda kaldık. Sonra Amed, Serhat ve Botan bölgelerine gruplar halinde ayrılarak halkımızla buluştuk. Halkımızla toplantılar, mitingler, görüşmeler yaptık ve bu durum iktidarı zorladı. O dönem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Efendi efendi evlerinde otursunlar” diyordu. Bu konuda geri adım atmayarak, halklarımızla buluşmaya devam ettik. Her yerde Sayın Öcalan’ın bu projesini anlattık. Bu da iktidarın hoşuna gitmiyordu elbette.
Sonra hakkınızda davalar açıldı, tutuklamalar gerçekleşti. Tam da tahmin ettiğiniz noktaya geldi, değil mi?
Birkaç ay geçtikten sonra hepimize onlarca yıllık davalar açıldı. Bu davalara şaşırmadık. Ama yine de gelişimiz toplumsal bir barışa zemin olabilir diye bir ihtimal de taşıyorduk. Birçoğumuz yakalanacağımızı bile bile mahkemelere katıldık. 4’ü çocuk 30 insana dava açıldı. Grup üyeleri üç mahkemeye dağıtıldı. Tutuklanacağımızı bile bile mahkemeye gitmemizin tek nedeni bu projeyi boşa çıkarmamaktı. Şayet bu proje boşa çıkacaksa da kimin boşa çıkardığını görmek istedik. Bunu PKK mi, devlet mi boşa çıkardı, bilinmesi gerekiyordu. Neticede 10 arkadaş tutuklandık.
Hükümet bu tutuklamalarla nasıl bir mesaj vermek istiyordu?
Bu tutuklamalarla “Siz ne yaparsanız yapın ya bizim dediğimiz noktaya geleceksiniz ya da biz sizi tanımıyoruz” mesajı veriliyordu. Yüz yıldır sürdürdükleri imha ve asimilasyon politikasını tekrar uygulayacaklarının mesajlarını veriyorlardı. Şurası çok önemli; ceza alacağımızı bile bile Sayın Öcalan’ın çağrısını yerde bırakmadık ve sonuna kadar buna bağlı kaldık. Hatta bizler ölmeyi dahi göze alarak geldik. Fakat anladık ki devlet değil barışa, Kürt halkının en ufak bir hak talebini bile kabul etme noktasına gelmemiş. Bu mahkeme süreçlerinde de net olarak ortaya çıktı. O günden bugüne kadar binlerce insan ölmüşse bunun tek sorumlusu o süreci bozan ve “Sil baştan yaparız” diyen anlayıştır.
Tutuklandıktan sonra Öcalan’ın sizlere bir mesajı oldu mu?
Cezaevine girmeden önce avukatlar tarafından gelen mesajları vardı. Zaten kitaplarda da mesajları yer alıyordu. Sayın Öcalan “Arkadaşlar fedakarlık yaptılar, geldiler, teşekkürlerimi iletin” demişti. Bu projenin hayata geçmesi adına fedakarlık yaptığımızı ve bize yönelik perspektif niteliğindeki mesajları oldu. Biz cezaevlerindeyken de mesajlar gelmeye devam etti. Birkaç kez İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder ve diğerleri bize bu mesajı ilettiler. Sayın Öcalan bu sürecin bozulmasından çok rahatsızdı, bu açıktı. Fakat her şeye rağmen umudunu korumaya çalışıyordu. Özellikle Lütfi Taş arkadaşımızın şahadetiyle birlikte çok daha öfkeli olduğunu biliyoruz. Kaç kez bize selamları da geldi.
Sizi bu süreçlerde en çok üzen neydi?
Kendi adıma ve gurup adına şunu söyleyebilirim. Biz hiçbir zaman tutuklandığımız için rahatsız olmadık. Çünkü biz bunu göze almıştık, biliyorduk. Hiçbir zaman “tutuklanmamalıydık” noktasında da değildik. Fakat o günden bugüne 10 binin üzerinde insan öldü. Bundan çok büyük bir acı duyduk. Kürt halkının en seçkin evlatları hayatlarını kaybetti. Mehmet Tunçlar, Çiyagerler ve binlercesi… (Ağlıyor)
Devletin önüne birçok kez barış projelerini sunan Öcalan’la şu an hiçbir iletişim yok. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Sayın Öcalan’a yaklaşım olumlu ya da olumsuz olduğu anda Kürt halkına yaklaşım da direkt etkileniyor ve değişiyor. Bugün Sayın Öcalan üzerinde mutlak bir tecrit uygulanıyorsa bu bütün Kürt halkına uygulanmış demektir. Çünkü Sayın Öcalan’la görüşmelerin kesildiği andan itibaren bütün süreçler böyledir; hep kan akmıştır, canlar toprağa düşmüş, katliamlar gelişmiş, şehirler yıkılmış, dağlarımız, ormanlarımız bombalanmıştır, yakılmıştır. Bu açıktır ve nettir. O yüzden Sayın Öcalan üzerindeki tecrit kırılmadığı sürece Kürt halkının hiçbir hak talebi yerine getirilemez. Çünkü Sayın Öcalan 1993’ten başlayarak kanın akmaması, anaların ağlamaması, daha demokratik bir sistemin oluşması için her şeyini ortaya koymuştur. Ama her zaman bunu bozan taraf devlet olmuştur. Kürt halkının iradesi olarak kabul ettiği, daha doğrusu halkların kabul ettiği Sayın Öcalan’a uygulanan tecrit, Kürt halklarının tümüne, halklarımızın barışına, demokrasisine, özgürlüklerine yapılmış bir saldırıdır. Öcalan demek, barış demektir. Öcalan demek, Kürt halkının haklı taleplerinin kabulü noktasında bir arayış demektir. Onun için bugün eğer sesi dışarıya yansıtılmıyorsa bu Türk devletinin Kürt halkına olan yaklaşımının sonucudur.
Kandil ve Mahmur grupları
Öcalan’ın çağrısı üzerine 2009’da Kandil ve Mahmur’dan 4’ü çocuk 34 kişiden oluşan Barış Grubu, Silopi’deki Habur Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yaptı. Grupları, Habur’dan Diyarbakır’a kadar büyük halk kitleleri karşıladı. Bu karşılamaları hazmedemeyen bazı çevreler, provoke edici açıklamalar yaptı. Grupların ardından Türkiye’ye giriş yapacak olan Avrupa Barış Grubu’nun gelişi ise, hükümetin tutumundan dolayı iptal edildi. 6 Nisan 2010 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Barış Grubu üyesi 30 kişi hakkında açılan davada, 490 yıl hapis cezası istendi. 17 Haziran’da Barış ve Demokratik Grubu üyesi 17 kişi hakkında açılan davanın ilk duruşmasında, Ayşe Kara, Abdullah Yaman, Caziye Kabul, Zehra Tunç, Sosin Yaman, Lütfü Taş, Elif Uludağ, Mustafa Ayhan, Nurettin Turgut ve Hüseyin İpek tutuklandı. Barış Grubu Sözcüsü Mehmet Şerif Gençdal ise bir süre sonra tahliye edildi. Barış grubu üyesi Lütfü Taş, 4 yıl kaldığı Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevi’nde kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.
Birinci Barış Grubu
Öcalan, 22 Eylül 1999’da “Demokratik Cumhuriyet’e destek ve iyi niyet adımı” olarak bir gurup PKK’linin Kandil’den Türkiye’ye gelmesi çağrısı yaptı. Öcalan’ın çağrısı üzerine 1 Ekim 1999 tarihinde Ali Sapan, Seydi Fırat, M. Şirin Tunç, İsmet Baycan, Sohbet Şen, Yüksel Genç, Yaşar Temur ve Gülten Uçar’dan oluşan “Birinci Barış ve Demokratik Çözüm Grubu” Türkiye’ye giriş yaptı. 8 kişilik Barış Grubu geldikleri gibi tutuklandı ve daha sonra hapis cezaları verildi.
İkinci Barış Grubu
Öcalan, Birinci Barış Grubu üyelerinin tutuklanmasından sonra bu kez uzlaşma ortamının yaratılması için ikinci bir barış gurubu çağrısı yaptı. Öcalan’ın çağrısı üzerine Haydar Ergül, Ali Şükran Aktaş, Aygül Bidav, İmam Canpolat, Yusuf Kıyak, Aysel Doğan, Hacı Çelik ve Dilek Kurt’tan oluşan 2. Barış Grubu da 29 Ekim 1999 tarihinde Avrupa’dan Türkiye’ye giriş yaptı. 2. Barış Grubu üyeleri de 1. Barış Grubu üyeleri gibi gözaltına alınarak, tutuklandı. İstanbul’da yargılanan 8 Barış Grubu üyesine 7 ila 15 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi. 1. Barış Grubu’nda bulunan İsmet Baycan, tutuklu bulunduğu Muş E Tipi Kapalı Cezaevi’nde, 24 Mayıs 2003 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.