Kürtlerin dilinin, kültürünün baskılanması karşılığında diğer halk kesimleri kendilerine dayatılan, giderek karanlığa gömülen bir Türkiye’de yaşamaya razı mı olacaktır? Yoksa bu kez oyun bozulup herkes kendi ana dilinde halayını çekip, horonunu tepip, zeybeğini oynayıp haklarının mücadelesini yaparak, daha yaşanılır bir gelecek mi inşa edecektir?
Hakkari’de, Aydın’da, Ağrı’da, İstanbul’da, Siirt’te, Diyarbakır’da… Ülkenin dört bir yanında kimi sahilde, kimi düğünde, kimi asker uğurlarken Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çeken onlarca kişi önce sosyal medyada hedef gösterildii ardından gözaltına alındı; 20’yi aşkın kişi de tutuklandı. Kürtçe şarkı söylemenin de halay çekmenin de suç olmadığına dair alınmış onlarca yargı kararları bulunmasına rağmen ne oldu da son iki haftadır halay çekmek “suç” haline geldi?
Hukuk devleti olmanın asgari koşullarının uygulandığı bir ülkede böyle bir soru anlamsız olabilir ama Türkiye’de bu soruya “Muktedirin keyfinden sual olunmaz!” ya da “Bu ülkede yasalar Kürtler için hükümsüzdür!” gibi kestirme bir yanıt vermek mümkündür. Ancak bu hukuksuzluğun hedefinin sadece Kürtler olmadığı, bu ülkede yaşayan tüm halklara ama özellikle de ezilen, sömürülen, ötekileştirilenlere de ucunun dokunduğunun artık anlaşılması; bunun için de meselenin biraz kurcalanması gerekir.
Her şeyden önce şunu belirtelim: Kürtçe şarkılar eşliğinde durulan halayın “suç” haline getirilmesi -öncelikle kültürel hegemonya çerçevesinde ele alınarak- Kürt dili ve kültürünü baskılamaya yönelik bir asimilasyon yöntemi olarak değerlendirmelidir. Ancak şunu da gözden kaçırmayalım: Egemen sınıf ve onun temsilcisi olan iktidarlar ırkçılığı/milliyetçiliği, halklar arasında etnik ayrımcılık yaratarak toplum üzerinde tahakküm kurmanın vasıtası olarak kullanırlar. Özellikle de toplumun genel çıkarlarına aykırı politikaların izlendiği dönemlerde bu politikaların yarattığı sosyal sorunların üzerini örtmek, tepkileri engellemek için ırkçılığı/milliyetçiliği körüklerler.
Kapitalizme içkin olan ırkçılığı/milliyetçiliği tahakküm aracı olarak kullanma yaklaşımı, ulus devletleşme sürecinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin müesses nizamının temel yapı taşı olmuştur. AKP iktidarı da Cumhuriyetin kuruluş sürecinde benimsenen bu nizamı benimsemiş; izlediği politikaların toplumsal çıkarlarla çeliştiği ve sosyal yıkımın görünür olduğu dönemlerde, “egemen sınıfın ve iktidarının bekâsı için” Kürt halkını ötekileştiren, baskıları arttıran uygulamaları yoğunlaştırarak halklar arasında düşmanlaşmayı alabildiğine körüklemiştir.
AKP iktidarının uyguladığı ekonomik programın son aşamasında bir taraftan emeklilik, sağlık, eğitim gibi halkın geniş kesiminin sahip olduğu temel haklar ortadan kaldırılırken, diğer taraftan ücretle çalışan emekçilerin yarıdan fazlasının geliri olan asgari ücret ve milyonlarca emeklinin aylığı açlık sınırının altında bırakılmıştır. Öte yandan son derece adaletsiz vergi sistemi ile gelirleri enflasyon artışının çok gerisinde kalan yoksul emekçi halkın sırtına bir de vergi yükü bindirilmiştir.
Sosyal haklarını kaybeden, sefalete mahkûm edilen emekçilere reva görülenler bununla da sınırlı değildir. Çalışma rejimi giderek ağırlaşmakta ve buna bağlı olarak iş cinayetlerini de arttırmaktadır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin verilerine göre 2024 yılının ilk altı ayında en az 878 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir. İş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçilerin 33’ü 17 ve daha küçük yaştaki çocuk işçilerdir.
Halka sömürüyü, açlığı, sefaleti dayatan, karnını bile doyurmaya yetmeyecek bir ücret için canını, kanını vermek zorunda bırakan AKP iktidarı diğer taraftan da ormanı, dereyi, denizi, dağı, tepeyi kısacası tüm doğayı sınırsız bir şekilde sermayenin hizmetine sunmaktadır. Böylece tarım, hayvancılık, balıkçılık vb gıda üretimi geri dönülemez biçimde tahrip edilirken, temiz suya, havaya ulaşmak da giderek zorlaşmaktadır.
Öte yandan Ortadoğu’da bölgesel bir savaş olasılığının gün be gün arttığı bir konjonktürde sınırötesini dizayn etmeye yönelik “maceracı” dış politika anlayışı, Türkiye’yi uzun yıllar boyunca içinden çıkılması mümkün olmayacak bir kaosa sürüklemektedir. Zaten ekonomik, siyasi ve sosyal bir kriz içinde olan Türkiye’nin kendi halkları arasında toplumsal barışı sağlamadan içine girmesi muhtemel bir kaos ortamından nasıl etkileneceğini tasavvur etmek bile güçtür.
AKP iktidarında Türkiye, emek sömürüsünden, doğa talanından, savaş ortamından vb yararlanan bir avuç sermayedar, iktidar mensubu ve şürekası dışındaki geniş toplum kesimleri için yaşanması giderek daha güçleşen bir ülke haline gelmektedir. Siyasi iktidarın bu koşulların sürdürülebilir olması için toplum üzerinde mutlak tahakküm kurmaktan başka seçeneği kalmamıştır. Hal böyle olunca da Cumhuriyetin resmi politikası olan ve bugüne kadar AKP’nin de pek çok kez kullandığı “Kürtleri ötekileştirerek, ırkçılığı/milliyetçiliği körükleme oyunu” yeniden uygulamaya konmuş, Kürt halayı “suç” unsuru haline getirilmiş ve yanı sıra trafikte Kürtçe uyarı yazıları da silinmeye başlanmıştır.
“Kürtleri ötekileştirerek, ırkçılığı/milliyetçiliği körükleme oyunu” daha önce uygulayanların işine yaramış, Kürt düşmanlığı üzerinden kışkırtılan milliyetçilik, toplumun genel çıkarlarına aykırı politikalara karşı toplumsal tepkiyi engellemiştir. Tekrarlanmakta olan bu oyunun sonucunun yine aynı olacağı aşikardır; bu durumda Türkiye halklarının gelecekte nasıl bir ülkede yaşayacağını şu soruya verilecek yanıt belirleyecektir: Kürtlerin dilinin, kültürünün baskılanması karşılığında diğer halk kesimleri kendilerine dayatılan, giderek karanlığa gömülen bir Türkiye’de yaşamaya razı mı olacaktır? Yoksa bu kez oyun bozulup herkes kendi ana dilinde halayını çekip, horonunu tepip, zeybeğini oynayıp haklarının mücadelesini yaparak, daha yaşanılır bir gelecek mi inşa edecektir?