Birbirlerinden politik olarak küçük farklarla ayrılsalar da, son 40 yıl içinde Türk siyasetinin her lideri ya da lider adayı Diyarbakır olsun, Batman olsun, Mardin olsun, Şırnak olsun ya kariyerinin kritik bir anında durup dururken Kürt meselesini çözme vaatlerinde bulunmuş ya da kariyerinin başındaysa Kürt illerinden birinin eteğini öpmek için yola çıkmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 12 Eylül 1980 darbesiyle getirilen siyasi yasakların 1987 referandumuyla kaldırılmasının ardından 1991 yılındaki seçimlerle başbakanlık koltuğuna oturunca, aynı yıl Diyarbakır’a gitmiş ve Kürt realitesini tanıdığını açıklamıştır.
O sırada Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Turgut Özal ise aynı dönemlerde, kendisine yakın gazeteciler üzerinden Bekaa’daki Abdullah Öcalan ile diplomasi yürütüyordu. 1990’lı yılların ortasında kurulan Yeni Demokrasi Hareketi’nin lideri iş insanı Cem Boyner de, siyasi kariyerinin başında arkadaşlarıyla Kürt illerini dolaşmış, Kürt meselesinin demokratik çözümünün gündeminde olduğunu açıklamış, halaya durmuştu.
Aynı dönemde DYP liderliği için yola çıkan Mehmet Ağar ise, Batman’da Kürtçe türkü söylemiş, meşhur “dağdan inip ovada siyaset yapma” formülünü ifade etmişti.
1999 yılında ise dönemin başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz Diyarbakır’a gitmiş ve “Avrupa Birliği’ne üyeliğimize giden yolun Diyarbakır’dan geçtiğine inanıyorum” demiş ve Kürtlere demokrasi vaadinde bulunmuştu.
Bütün bu yıllar boyunca Kürt illerinde devlet, bir yandan da Kürt siyasetine yönelik acımasız bir savaş sürdürdü ve 90’lı yıllar Türkiye tarihine Kürtlere yönelik katliamlar, suikastler ve binlerce faili meçhul ve kayıpla geçti. Bu savaş konsepti, başbakanlık koltuğunda Tansu Çiller’in oturduğu dönemde en şiddetli halini aldı.
2004 yılının son ayında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, AB ile üyelik görüşmelerine başlamasının ardından 2005’te Başbakanlık konutunda bir grup gazeteci ve aydın ile buluşup Kürt meselesini konuştu. Bu daha sonra 2015 yılına kadar Öcalan’ın muhataplığında kesintilerle sürdürülecek “açılım” ya da “müzakere” dönemlerinin başlangıcı oldu.
Kürt demokratik siyaseti ise bütün bu yıllarda kendi siyasi partilerini iğneyle kuyu kazar gibi büyüttü, toplumsallaştı ve kuruluşundan birkaç yıl sonra Meclis’in üçüncü büyük partisi konumuna gelen HDP ile Türkiye siyasetinin kilit aktörü oldu.
2015’ten beri kendisine yönelik olarak sürdürülen siyasi soykırım operasyonlarına rağmen Kürt siyaseti HDP ile bu kilit konumunu koruyor.
Bugünlerde Türk siyasetine özellikle AKP’den kopmalarla katılan yeni partiler de art arda ilk iş olarak Kürtlere sesleniyor ve Kürt meselesini demokratik biçimde çözme vaadinde bulunuyor yine.
Daha birkaç yıl önce Kürt illerindeki operasyonların yürütücüsü olan Ahmet Davutoğlu, partileşme hareketini Diyarbakır’dan başlattı ve Kürt meselesini dilinden düşürmüyor. Geçen hafta ise Muharrem İnce, CHP yönetimine muhalif bir siyasi hareket başlattığını açıkladığı basın toplantısında CHP’nin ve Millet İttifakı’nın yerel seçimlerdeki başarısını Kürt seçmenlere ve HDP’ye borçlu olduğunu ve bunun için Kürtlere ve HDP’ye teşekkür etmediklerini söyleyerek parti yönetimini eleştirdi.
Bütün bu ifadeler aslında Türk siyasetçilerin Kürt meselesini sadece bir araç olarak kullandığını ya da kullanmaya yeltendiğini gösteriyor. Kürt hareketi kimseden teşekkür beklemeden, yıllar içinde kazandığı siyasi ferasetiyle kendi demokrasi ve barış mücadelesini sürdürmektedir ve kendi özgücüyle ulaştığı kilit konumunda Türkiye halklarının barış içinde bir arada yaşaması için ne gerekiyorsa onu yapmaktadır.
Kürt siyaseti, kariyer için kullanılacak bir araç değil, Türkiye siyasetini biçimlendiren bir aktördür.
Bunu anlayan ve buna göre davranan siyasetçi kazanır.