Ahmet Güneş
83 yaşındaki Mehmet Emin Özkan, 26 yıldır suçsuz yere hapiste. TSK ve JİTEM arasındaki bir çekişmede öldürülen tuğgeneral Bahtiyar Aydın olayından dolayı tutuklanan Özkan’ın suçsuz olduğu mahkeme tarafından kabul edildi ama ısrarla serbest bırakılmıyor. İlerleyen yaşından ve 26 yılı Türkiye gibi bir devletin cezaevlerinde geçirmesinden dolayı ağır hasta statüsünde bulunuyor. Şu günlerde tedavisi insani olmayan koşullarda ve elleri kelepçeli olarak yapılmakta. Hasta tutuklu bir Kürdün statüsü ancak bu kadar. Yine de konu başka bağlamlara çekilmeye müsait bir statü meselesiyle sınırlı değil. Burada konu başka.
Esas mesele yıllardır sanık olmasına rağmen ve yargı tarafından hakkında soruşturma açılmış dönemin üst komuta kademesindeki Eşref Hatipoğlu’nun bir türlü tutuklanmamasında. (Diğer zanlı Tuna Yanardağ yaşamıyor.) Bu münferit sanılan cinayette Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan aldığı uğursuz mirasın yargıya bulaşmış bir örneğini görüyoruz. Ordu içinde gerçekleşen bir cinayetin failleri kendi askerleri olduğu için masum olan Kürt Mehmet Emin Özkan kurban olarak seçiliyor. Burada gerçekleşen şu: Ortada bir cinayet var, evet. Bu cinayete bir fail şart, buna da evet. Fakat bu fail her dönemin suçlusu ve haini hatta varlığı genel olarak yok sayılan bir Kürt olmalı. İşte burada konu başlıyor.
Bugün belki Özkan’dan daha genç olan katil zanlısı Eşrefoğlu evinde rahat rahat oturup işlediği cinayetleri ailesinden bile saklarken, sırf Kürt olduğu için iki askerin kolunda cezaevi-hastane arasında götürülüp getirilen Özkan’ın bugün refakatçisi başka bir cezaevinden getirilen oğlu oluyor. Üstelik babasının bir katil olmadığını biliyor. Babası ise suçsuz olduğunu kanıtlamak zorunda değil çünkü ortada fail değil, cinayetin yıkıldığı bir Kürdün Kürt tarihiyle bağı var.
Bazı şartları kader veya tesadüfler belirlemez. Bilerek tasarlanan ve örgütlü bir kötülüğün asırlardır devam ettirdiği intikam hırsında nedenleri ve sonuçları görebiliriz. Özkan da bir asrın çeyreğini bu uğursuz intikam mirasından dolayı cezaevinde ağır şartlar altında geçiriyor.
Eskilerin sık sık kullandığı bir deyim vardı: ‘Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete.’ Bu deyim kışlada Kürde ayrımcı yaklaşımın bir dışavurumuydu. Özkan olayında ise kışla içinde gerçekleşen bir cinayet ‘alavere dalavere Kürt Mehmet cezaevine’ oluverdi. Çünkü olay yeri yine bir kışla ama bu bir nöbet değil, bir cinayet ve fail diye ortaya atılana bir eziyet. Çünkü Özkan’a sözüm ona yapılan tedavi işkenceden farksız.
Yalnızlık ve zalimlik beraber koşuyor bir yere. Neresi olduğunu kimse bilmiyor. Sadece bir yol var ve herkes orada koşuyor ki atlar imreniyor bu vaziyete. Alkışlar, ıslıklar, öfkeler arasında masum olduğu halde hapis yatan Özkan, tedavi adı altında işkenceye maruz kalıyor ve ölüme sürükleniyor. Devletin kırmızı çizgileri var, sol ve demokrat kesimlerin de böyle çizgileri var. Kürt Mehmet hangi rengin çizgisi bilmiyorum ama bugün hâlâ elleri kelepçeli tedavi ediliyorsa renk menk bizi paklamaz. Ciwan Haco yıllar önce ‘Generalê Tirsonek’ (Korkak General) için bir şarkı söylemişti, halen duyuluyor. Onlar da duysun.
Haftanın kitap önerisi:
Heinrich Böll, Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru
Çeviren: Ahmet Cemal, Can Yayınları