Cezaevlerinde başlatılan açlık grevine destek veren IACTA üyesi Avukat Altamira Ana Guelbenzu, ’Kürt hareketi, cezaevlerinde işkenceye karşı kolektif bir şekilde mücadele etmenin, duvarları aşarak direnişi yaşam biçimi haline getiren bir halk oluşturmanın mümkün olduğunu bir kez daha gösteriyor’ dedi
“Abdullah Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa siyasi çözüm” kampanyası üçüncü ayına girdi. Kampanya kapsamında tutsaklar 27 Kasım’da açlık grevi eylemi başlattı.
Uluslararası tecrit delegasyonunda da yer alan Barselona Feminist Kadın Avukatlar Kooperatifi (IACTA) üyesi Avukat Altamira Ana Guelbenzu, sürdürülen açlık grevleri ve mutlak tecride karşı Jinneews’e konuştu. Guelbenzu, ‘Sayın Abdullah Öcalan’ın mevcut durumu, insan hakları ve uluslararası insan hakları standartları açısından kabul edilemez’ ifadelerini kullandı
‘Avrupa tarihinde örneği yok’
Guelbenzu, Yürütülen tecrit siyasetinin hiçbir hukuki norma uymadığını ve ada hapishanesinin eşsiz bir örnek olduğunu belirterek ‘Sayın Abdullah Öcalan’ın mevcut durumu, insan hakları ve uluslararası insan hakları standartları açısından kabul edilemez’ ifadelerini kullandı. Topyekun tecrit rejiminin hukuki dayanağının olmadığını belirten Guelbenzu, Avrupa tarihinde de benzer örneği olmadığını vurgulayarak şöyle devam etti:
‘Sayın Öcalan’ın tutulduğu koşullar insanlık dışıdır ve kişi onuruna aykırıdır. Bu uzun süreli tecrit durumu, Avrupa Konseyi’nin tutukluluk koşullarına ilişkin kriterleri açısından da kesinlikle kabul edilemez. Türkiye’nin bağlı olduğu Avrupa Cezaevi İnfaz Kurallarına göre diğer mahpuslarla sınırlı temas veya dış dünyayla iletişim kısıtlanamayacak şekilde olmalıdır. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi işkenceyi ve diğer insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleyi yasaklamaktadır. Sayın Öcalan’ın tutukluluk koşulları bu sözleşmenin ihlalinin açık bir örneğidir”
‘En radikal başvuru’
Tutsakların açlık grevlerinin tarihsel süreçte de sisteme karşı güçlü bir eleştiri olarak kullanıldığını kaydeden Guelbenzu, “Son yıllarda bir protesto silahı ve aynı zamanda kolektif bir mücadele biçimi olarak bu açılık grevleri kullanıldı. İspanya’da 70’lerin sonunda benzer bir strateji uygulayan COPEL’in (Mücadeledeki İspanyol Tutsakların Koordinasyon Komitesi) örneğini yaşadık. Türkiye’de siyasi tutsakların hayatlarını riske attıkları bu dönemde siyasi kurumların bu kritik durumun sorumluluğunu üstlenmek istememesi kabul edilemez. Siyasi kurumlar buna karşı sorumluluk almalı” diye konuştu.
Başlatılan bu açlık grevlerine karşı sorumluluk alınıp harekete geçilmezse sağlık sorunlarının ortaya çıkacağını dile getiren Guelbenzu sözlerini şöyle sürdürdü: “Siyasi tutsakların durumu yakında kritik bir noktaya gelebilir. Cezaevi onlara gerekli vitaminleri sağlamalı. Ne yazık ki ilerleyen günlerde sağlık komplikasyonları ortaya çıkabilir. Tutsakların çoğu için özgürlüklerinden mahrum kaldıklarında kendi bedenleri mücadelenin son aracıdır.”
“Açlık grevindeki siyasi tutsaklara tüm dayanışmamı, gücümü ve sevgimi göndermek istiyorum” diyen Guelbenzu, “Cezaevlerinde kendi bedenini ve yaşamını protesto ve eylem aracı olarak kullanan açlık grevi kampanyası, siyasi Kürt tutsaklara kalan son ve en radikal başvurudur” ifadelerini kullandı.
‘Direnişi yaşam biçimi haline getiren bir halk’
Yaşanan son durumun uluslararası toplumun Kürt sorununa yanıt verme konusundaki başarısızlığını gözler önüne serdiğinin altını çizen Guelbenzu “Kürt hareketi, cezaevlerinde işkenceye karşı kolektif bir şekilde mücadele etmenin, duvarları aşarak direnişi yaşam biçimi haline getiren bir halk oluşturmanın mümkün olduğunu bir kez daha gösteriyor” dedi.
HABER MERKEZİ