Av. Emran Emekçi, 100. yıllına giren Cumhuriyet’i ve Abdullah Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyet projesini anlattı: Kürt desteği olmasaydı, Erzurum Kongresi, o da olmasaydı Mustafa Kemal ve cumhuriyet olmazdı
Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında asırlarca hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrası “mirasını” devralan Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te kuruldu. Türklük esası üzerine inşa edilen Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana farklı etnik ve inançtan halklara yönelik imha ve inkar politikaları hiç eksik olmadı. Soykırım ve tasfiye planlarıyla karşı karşıya kalan Kürtler ise bu duruma yerel isyanlarla sürekli karşı çıktı. Bastırma ve katliamlarla sonuçlanan 28 isyandan sonra tarih sahnesine Abdullah Öcalan liderliğinde 27 Kasım 1978’de kurulan PKK çıktı. İnkar, imha ve asimilasyonla bezenen Cumhuriyet’in ancak demokratikleşerek tüm hakların çatısı haline gelebileceğini savunan Abdullah Öcalan uluslararası komplo sonucu 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilerek, İmralı Ada Cezaevi’ne konuldu. 23 yıldır mutlak tecrit altında tutulduğu İmralı’da da “demokratik cumhuriyet” tezini güçlendiren Abdullah Öcalan’ın avukatı Emran Emekçi ile 100’üncü yıllına giren Cumhuriyet’i ve müvekkilinin savunduğu demokratik cumhuriyet projesine dair konuştu.
- Yüz yıl önce Mustafa Kemal Atatürk tarafından başlatılan “Kurtuluş Savaşı” ve liderliğinde kurulan Cumhuriyet hangi temelde gelişti?
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü resmen ilan ettiği 30 Ekim 1918’de yayınlanan Mondros Mütarekesi ile geleneksel yönetici devlet eliti dağıldı. Anadolu ve Mezopotamya’da kendi kaderine terk edilen toplum ise açık işgale karşı karşıya getirildi. Devlet güçleri, işgalci güç olan Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya iş birliğine gitti. Yerelde ise toplumsal güçler kendi öz olanaklarıyla örgütlenip direnişe geçti. Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919’da daha Samsun’a çıkmadan önce 17 Aralık 1918’de Antep, 23 Şubat 1919’da Maraş, 24 Mart’ta Urfa yerellerinde toplumsal direnişler başlamıştı zaten. Oradan Erzurum’a, Karadeniz’e, Trakya ve Ege’ye kadar etkili olan toplumsal güçler (Kürtler, Sosyalistler, Çerkesler, Lazlar, Ümmetçi Müslümanlar) kendi öz olanaklarıyla yerel direnişle örgütlendi.
- Daha önce çeşitli formlarda ve son olarak imparatorlukla yönetilen bu topraklarda Mustafa Kemal nasıl bir form sunmak istiyordu?
Tabi ki demokratik bir cumhuriyet arzuluyordu; bizzat kendi deyimiyle “Demokrasi sistemiyle yönetilmesi arzulanan cumhuriyet” fikriyle hareket ediyordu. Zaten yerelde işgale karşı mücadele yürüten toplumsal güçler bunun toplumsal zeminini yeterince sunuyordu. Mustafa Kemal’in bütün yaptığı sahada mücadele halindeki tüm bu toplumsal güçleri, yerel örgütlenmeleri kendi genel liderliğinde birleştirme yeteneğini gösterebilmesiydi. O’nun liderliğinde bir araya gelen birlik-ittifakın o dönem adı konulmasa da, demokratik cumhuriyet fikrine dayalı demokratik ittifak özelliklerini taşıdığını gözlemek zor değildir. Ki gelişmeler de bu yönlü seyrettiğinden bir bütün olarak cumhuriyetin kuruluş dönemine damgasını vuran toplumsal güçlerin demokratik ittifakıydı diyebiliriz.
- Bahsettiğiniz bu toplumsal güçler arasında Kürtleri de koyuyorsunuz. Kurtuluş aşamasında Kürtlerle ilişki ve ittifak hangi düzeydeydi?
Bu ittifakın Kürt ayağı, Mustafa Kemal’in yıllardır özenle hazırladığı ilişkilere dayanmaktadır. Hatta Diyarbakır’da görev yaptığı yıllarda Kürt kıyafetleriyle resimler çektirdiği ve Kürt ileri gelenlerin ellerini öpecek kadar Kürt desteğine stratejik önem verdiği biliniyor. Dolayısıyla Amasya’dayken de destek için Kürt eşrafına gönderdiği mektup-çağrılara olumlu cevap almasının böylesine bir arka planı vardır. İkinci en önemli müttefiki ise sosyalistlerdir. Onlar üzerinden Lenin ile diyalog köprüsü kurarak, Sovyet ve sosyalistlerin desteğini de alacaktı.
- Bugün resmi ağızların üzerini örtmeye çalıştığı Kürt desteği olmasaydı ne olurdu?
Kürt desteği olmasaydı, Erzurum Kongresi, o da olmasaydı Mustafa Kemal ve cumhuriyet olmazdı. Dikkat edilirse 21-22 Haziran 1919 Amasya Tamimi’yle de ilk yazılı çağrısı, ağırlıklı Kürt illerinden gelen delegelerin oluşturacağı Erzurum Kongresi’nin 10 Temmuz’da toplanmasına yöneliktir. Neden ilk çağrısını İzmir, İstanbul, Samsun, Amasya, Ankara, hatta Sivas’a değil de ağırlığını Kürt illerinden gelen delegelerin oluşturacağı Erzurum’da yapıyor? Çünkü İzmir işgal altındaydı hareketi oradan başlatamazdı. İstanbul’da kalsa hükümetin pasif bir bürokratı olmaktan öteye gidemezdi. Zaten daha Amasya’dayken bürokratik görevinin dışına çıktığı gerekçesiyle İstanbul hükümetinin geri çağırma-yakalama emri nedeniyle Samsun ve Amasya’da kalamazdı. Geçtiği Sivas’ta da İstanbul hükümetince yakalanması için özel olarak görevlendirdiği Elazığ Valisi Ali Galip Bey’in takibi vardı. Geriye Mustafa Kemal için tek güvenli yer, ağırlıklı Kürt illerinden gelen delegelerin oluşturduğu Erzurum Kongresi kalıyordu. Yani daha yolun başında Kürt desteği, olmazsa olmaz kabilinden stratejik bir öneme haizdir. Öyle ki kongre günlerinde askerlik görevine son veren İstanbul hükümeti emrinin tebliğiyle birlikte Mustafa Kemal aslında rütbesiz ve boşta kalmış durumdaydı. Böylesine kritik bir eşikteyken Erzurum Kongresi’ne alınmasını sağlayıp kendisine siyasi-toplumsal liderlik yolunu açan da kongre delegeliğinden istifa edip yerini Mustafa Kemal’e bırakan yine bir Kürt delegesidir. Bu çok önemlidir. Çünkü Erzurum Kongresi’ne dâhil olması, ardından yine Kürt delegelerin desteğiyle Erzurum Kongresi’ne başkan seçilmesi, hem Mustafa Kemal’in liderliğinin siyasi ve toplumsal meşruiyetinin hem de genel liderliğine giden yolun ilk adımıdır. Bu olmazsa Mustafa Kemal, dolayısıyla Sivas Kongresi, Birleşmiş Milletler Meclisi (BMM) ve cumhuriyet de olmazdı. Nitekim Mustafa Kemal’in 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi konuşmasına “Biz Türk ve Kürt milleti, iki halkın, milletin hakkı hukuku” sözleriyle başlaması da Kürt desteğinin stratejik rolüne işaret etmektedir. Hatta Sivas Kongresi’nde de Ali Galip Bey’in takibine karşı Mustafa Kemal’i uyaran ve koruyan da yine Kürtlerdi. Kürt desteğinin böylesi stratejik rolü her aşamada görünürdür.
- Peki, karşılığı ne oldu?
Evet, karşılığının dönemin 1919-23 kongre ve protokolleri gibi anayasa niteliğindeki belgelerine ve nihayetinde 1921 Anayasası’na dek yansıtıldığını gözlemek zor değildir. Örneğin 4-11 Eylül 1919 Sivas Kongresi beyannamesinin Misak-ı Milli sınırlarına ilişkin birinci maddesine, oradan da daha açık ve net biçimde 20-22 Ekim 1919 Amasya Protokollerinin ikincisine yazılı ve imzalı olarak da yansıtılmaktadır. İkinci Protokolde Misak-ı Milli, açıkça “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı” olarak tanımlanır; “Bununla beraber Kürtlerin gelişmelerini temin edecek şekilde ırki ve içtimai haklarına ulaşmalarının sağlanacağı” müştereken imza altına alınır. Hakeza birinci meclisin kuruluş günü 23 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in açılış konuşmasında da Kürtlerin, Lazların, Çerkeslerin kurucu müttefik rolüne bir kez daha özel vurgu yapılmaktadır. Ki bu rolü, Kürdistan milletvekili sıfatıyla yer aldıkları I. BMM yapısına ve politikasına da açıkça yansıtılmaktadır. Nihayetinde çoğulcu birinci meclisin çıkardığı cumhuriyetin ilk kurucu anayasasıyla da Kürtler, bir yandan çoğulcu mecliste kimlikleriyle -Kürdistan milletvekili- temsil edilme, diğer yandan nüfusça yoğun oldukları il ve ilçelerde anayasanın tanıdığı vilayet ve nahiye şuralarının özerkliği temelinde yerelde kendi kendini bizzat ve bilfiil yönetebilme statüsüne kavuşuyordu. Bu statü, 1923 İzmit basın toplantısında Mustafa Kemal’e doğrudan Kürt meselesiyle ilgili sorulan soruya verdiği, 1921 Anayasası’na atıfta bulunarak sorunun çözümüne kavuşturulduğuna dair yanıtıyla da teyit edilmektedir. Ki günümüzde bile esas alınması gereken bir çözüm modeli olarak hala önemini korumaktadır.
- Bahsettiğiniz bu modelden neden ve nasıl vazgeçildi?
Bugünkü Suriye ve Irak Kürtlerini de içine alan “Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanı” Misak-ı Milli’ye dayalı demokratik cumhuriyet, İngiltere’nin başını çektiği kapitalist modernite güçlerinin daha 1916’da kararlaştırdıkları Sykes-Picot Anlaşması’yla belirlenen stratejik bölge çıkarlarına ters düşüyordu. İngiltere bu anlaşmayla cetvelle çizdiği Ortadoğu sınırlarına aykırı olan “Misak-ı Milli’ye dayalı demokratik cumhuriyeti tanımam, ancak bana bağlı küçük-minimal bir ulus-devlet olursan tanırım” politikasını dayatıyordu. Mustafa Kemal’in bu dayatmalara karşı İngiltere hegemonyasından bağımsız hareket ettiği dönem, 1919-21 arası iki yıllık bir dönemdir. Ondan sonrası İngiltere hegemonyası lehine adım adım gelişen, demokratik cumhuriyetin kurucu müttefikleri olan halklara karşı komplolar ve karşıdevrim sürecidir.
- Demokratik cumhuriyetin kurucu müttefikleri Çerkesler, Sosyalistler ve Lazlardan sonra Kürtlerle de bağı koparılan cumhuriyet neye dönüştürüldü?
Kuşkusuz İngiltere hegemonyası lehine Teşkilatı Mahsusa geleneğinden gelen ittihatçı komplo ve darbelerle toplumsal temelinden ve Misak-ı Milli’den koparılarak iyice daraltılan minimal, tekçi katı merkeziyetçi ulus devletin homojen toplum yaratma amacına bağlanmış antidemokratik otoriter bir cumhuriyete dönüştürüldü. 1924 Anayasası’yla sistemden dışlanan Kürtlerin, bu haksızlığa yönelik tepkileri de 13 Şubat 1925’te yaratılan Piran (Dicle) komplosuyla provoke edilip yaratılan Şeyh Said İsyanı bahane edilerek, o güne kadar gizli tutulan Şark Islahat Planı 15 Şubat 1925’te açıklandı. Kürtler kimliğinden vazgeçme ve Türkleşme dayatması temelinde inkâr, imha ve asimilasyon sürecine alındı. Buna karşı çıkarak, “Ben elimi Kürt kardeşlerimin kanına bulaştırmam” diyen Fethi Okyar kabinesinin hükümetten düşürülmesi ve yerine İngiltere yanlısı İnönü hükümetinin başa getirilmesiyle tek şef, tek parti, tek ülkü, tek dil, tek tek nakaratları altında otoriter cumhuriyet dönemine geçildi.
- Abdullah Öcalan’ın 1993’lerden itibaren süregelen demokratik cumhuriyet girişimlerine karşı nasıl bir konum aldılar?
Abdullah Öcalan’ın 1993’ten bu yana süregelen demokratik cumhuriyet temelinde sorunu çözme girişimleri, uluslararası ve yerel Gladio yöntemleriyle engellendi. Örneğin ’93 demokratik cumhuriyet girişiminin muhatabı Özal’a yönelik darbe, ’95 demokratik cumhuriyet denemesinin mimarı Öcalan’a yönelik bombalı 6 Mayıs 1996’daki suikast da Gladio yönelimiydi. Daha sonra Erbakan ile girişilen demokratik cumhuriyet sürecine karşı Çevik Bir darbesi de bir post-modern Gladio darbesiydi. AKP’nin 2002 sonlarında iktidara getirilişi, Baykal-Erdoğan gizli görüşmesi ve devamı gizli görüşmelerle her defasında demokratik cumhuriyet girişimleri boşa çıkarıldı.
- Abdullah Öcalan yüzüncü yılına girecek olan Cumhuriyeti, demokrasiyle taçlandırmaktan söz ediyor, bu mümkün mü?
Evet mümkündür. Nasıl ki 20. yüzyılın ilk çeyreğinde benzer süreçten çıkış demokratik cumhuriyet fikri ve bunun kısmen de olsa uygulanmasıyla aşıldıysa; 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan krizden çıkışın yolu da cumhuriyetin kuruluş dönemi toplumsal güçlerinin demokratik anayasa ittifakının sağlanmasından geçiyor. Dönem, artık cumhuriyeti ideolojikleştirmeyen, tek bir etnisiteye ve dine bağlamayan, onu bir demokratik çatı örgütü olarak görüp, demokratik ortak vatanda yaşayan herkesin ve her kesimin cumhuriyeti haline getirecek kapsayıcı bir hukuki tanıma kavuşturmak dönemidir. Bunun için cumhuriyetin kuruluş yıllarını ve 1921 Anayasası’nı baz alarak demokrasinin ve evrensel hukukun geldiği aşamanın ilke ve değerlerine göre güncelleştirmek, içini uluslararası sözleşmelerle güvenceye alınan üç kuşak bireysel ve kolektif hak-özgürlükleriyle doldurarak, bu temelde cumhuriyeti önümüzdeki yüzüncü yılında çağdaş demokrasiyle taçlandırmak mümkündür.
- Bu duruma karşı süreklileşen engeller ve tehditlerden söz ettiniz. Bu tehditleri kimler bertaraf edip, bunu mümkün kılabilir?
Cumhur İttifakı da Millet İttifakı da bunu gerçekleştirebilecek zihniyet, hedef ve programa sahip olmadığından geriye Üçüncü Yol denilen Demokratik Anayasa Hareketi, Demokratik İttifak veya Demokratik Ulus Bloğu (HDP) kalıyor. Bu blok, toplumun yüzde onunu temsil eden yozlaşmış finans kapitalin oligarşik tekel, talan ve sömürüsüne karşı yüzde 90’ı temsil eden herkesin, tüm ezilenlerin, sömürülenlerin, işçilerin, çiftçilerin, çevrecilerin, feministlerin ve sistemden dışlanan tüm ötekileştirilenlerin ortak mücadele bloğudur. Hedefleri de birleşik demokratik ittifak cephesini (Demokratik Anayasa İttifakı) tabandan örerek yerel kongrelerine taşımak, oradan kaynağını alan partisini büyüterek, yüzde 15’leri aşarak iktidara gelmektir. Bu temelde iktidara geldiklerinde tüm mevcut geri antidemokratik yasa ve anayasaları değiştirerek, cumhuriyeti demokrasi ve onun demokratik anayasasıyla taçlandırabilecektir. Zaten zihniyet, hedef ve programları da bu yöndedir. Son tahlilde bütün mesele, İspanya Demokratik Anayasa Hareketi örneğindeki gibi yüzde 15’leri yüzde 30’lara-80’lere çıkararak, iktidara gelmeyi başarma meselesidir ki, sonucu belirleyecek, yani gerçek anlamda demokratik cumhuriyeti ve onun demokratik anayasasını getirecek olan da bu yolun başarısı olacaktır.
Mehmet Aslan/İSTANBUL-MA