DTK Eşbaşkanı Öztürk, Cudi’de yaşanan ekolojik kıyımın tecritle bağını değerlendirdi: Doğa tahribatı ve savaş doğrudan bağlantılıdır. Savaşın Türkiye’deki kaynağı tecrittir. Mesele Kürt ve Kürdistan olunca pervasızca hareket edebiliyorlar
İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde ağır tecrit koşulları altında tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan ile 2013-2015 yıllarında “çözüm” adı altında yürütülen sürecin AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından bitirilmesi ardından çatışmalı ortam yeniden başladı. Tecrit, gözaltı, tutuklama, işkence gibi uygulamalar da geçmiş yıllara oranla daha da arttı. Tüm bunlara paralel olarak ekolojik tahribat ciddi boyutlara ulaştı. Yeni baraj ve HES’lerin yanı sıra yıllardır “özel güvenlik bölgesi” adı altında yasaklı olan bölgelerde orman kıyımı başladı.
Şırnak’ın Besta, Cudi ve Gabar dağı bölgelerinde başlayan kıyım 3 yıla yakın bir süredir devam ediyor. Korucular, asker gözetiminde kestiği binlerce ağacı farkı kentlerde satıyor. Buna karşı harekete geçen Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Özgür Kadın Hareketi (TJA), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ve Halkların Demokratik Partisi (HDP), bugün “Savaş Yıkımına ve Doğa Talanına Karşı Yürüyoruz” şiarıyla Cudi Dağı bölgesine büyük bir yürüyüş gerçekleştirecek. Hazırlıkları tüm hızıyla süren yürüyüşe çevre kentlerden binlerce kişinin katılması bekleniyor. Yürüyüşün düzenleyicilerinden Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Berdan Öztürk, yaşanan ekoloji tahribatı ve nedenlerini değerlendirdi.
- Gündemlerin yoğun olduğu bir dönemde böylesi bir yürüyüş fikri nasıl oluştu ve hedef ne?
Devlet, kuruluşundan bugüne kadar Kürtleri sömürülmesi gereken bir halk, Kürdistan coğrafyasını ise sömürge olarak görüyor. 100 yıllık kuruluşundan bu yana bu böyle. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren yaşanan orman yangınları ve ağaç katliamları Kürt düşmanlığının ne kadar pervasızca yürütüldüğünü bize gösterdi. Son 7 yıla baktığımızda -AKP-MHP diyoruz ama tabi ki devletin temsilcileridir bunlar- devlet, gözü kara bir şekilde Kürtleri bitirme noktasında hazırladığı plan çerçevesinde doğaya yönelik ciddi katliamlar yapıyor. Cudi’de olduğu gibi ağaçları kesmesi ve kendi yandaşlarına rant aracına dönüştürmesi Kürt’e ve Kürdistan’a yaklaşımdır, sömürgeci anlayıştır. Bu sömürgeci anlayışa karşı da sessiz kalmamak gerekiyor.
Daha önce de Cudi ve diğer yakılan yerlerle ilgili açıklama yaptık. Ama Türkiye cephesinden söz konusu Kürdistan coğrafyası olunca hiçbir şekilde tepki gösterilmiyor. Burada karşı çıkılan nokta ağaca düşmanlık yapanlara karşı çıkmaktır. Yangınlarla birlikte yok edilen canlılara düşman olan anlayışa tepki göstermektir. Bu açıdan bu duyarlılığı göstermek gerekiyor. Bizler de bu açıdan Kürdistan coğrafyasında siyasi faaliyet yürütüyoruz. Bu nedenle kayıtsız kalmamız mümkün değil. Yürüyüşün temel nedeni de bu.
- Yürüyüşün şiarını dikkate aldığımızda; Kürt coğrafyasında yaşanan doğa tahribatı ile mevcut operasyonlar ve derinleştirilen çatışmalar arasında nasıl bir paralellik söz konusu?
Bunlar birbiri ile doğrudan bağlantılıdır. Savaşın Türkiye’deki kaynağına baktığımız zaman tecrittir, tecridin ağırlaştırılmasıdır. Savaş kararının verildiği yer orasıdır. Oradan başlatıldı. Savaş başlatıldığında savaş suçları da işleniyor. Yüzyıllık tarihe baktığımızda mesele Kürt’e ve Kürdistan’a geldiği zaman çok pervasızca hareket edebiliyorlar. Bu sadece doğa ile alakalı değil. Bir kaymakam örneği var; Küçük bir çocuğu ezerek yaşamını yitirmesine sebep oluyor. Bir süre cezaevinde kaldıktan sonra bırakılıyor ve terfi ettiriliyor. Bu pervasızlık Kürt’e yaklaşım ve düşmanlığı gösteriyor. Fikri, zikri ne olursa olsun, bu doğaya karşı da yapılıyor. Kürt’ün yaşadığı doğayı yaşanamaz hale getirip, onları göç ettirip, burada oraları insansızlaştırmak ve kendi amaçlarına, hedeflerine ulaşmayı diliyorlar. Bugün bunun düşmanlığını, savaşını yürütüyorlar. Dolayısıyla ikisini birbirinden ayırmak mümkün değil. Savaş Kürt’e karşı savaştır. Kürt coğrafyasının tamamına yönelik savaş başlatılmış durumdadır.
- Benzer kıyım ve talan, çatışmaların yoğun olduğu Zap, Metina ve Avaşin bölgelerinde de sürüyor. Buralarda ayrıca kimyasal silah kullanımı söz konusu, buna dair neler söylersiniz?
Basından edindiğimiz bilgiler söz konusu. Güney Kürdistan’da uzun süreden beri devam eden bombardımanla, sivil insanların köylerini boşaltması, bölgenin insansızlaştırılması, bu şekilde işgal hedeflerini adım adım hayata geçirmek istiyorlar. Aynı şekilde kimyasal silahların kullanılması durumu var. Bu konuda uluslararası kurum ve kuruluşlara çağrılar da oldu. BM’ye çağrıda bulunularak, gelip bölgenin incelenmesi istendi. Ama şuana kadar uluslararası camiadan ya da bu işten mesul olan kurumlardan bugüne kadar ses çıkmış değil. Talan olan Kürdistan coğrafyasıdır. Yok edilen oradaki yaşamdır. ‘Eğer işgal edemiyorsam yaşanamaz hale getireyim’ hedefi var. Buradaki hedefleri devlet açısından sıralarsak; İşgalse işgal, Kürtlerin ağır bedeller ödeyerek elde ettiği statüyü kontrol altına alırsam alırım, alamazsam yaşanamaz hale getiririm. Kürdistan coğrafyasını boşaltmak amaçları var. Bu kıyımlarına da devam ediyorlar.
Siyasi açıdan değerlendirdiğimizde; Dünyada Halepçe, Çernobil örnekleri söz konusu. Her ne kadar söylenmese de taktik nükleer silahlar kullanılıyor. Kimyasal silahların hem insan üzerinden hem doğa üzerinden çok büyük tahribatlara yol açtığı bilimsel çevrece de ortaya çıkarılmıştır. Burada bir halk bitirilmeye çalışılıyor, kimliksizleştirilmeye çalışılıyor. Son 7 yılda bu saldırılar yoğunlaştırılarak artırılıyor. Ama gelinen noktada Kürtler de durdukları yerde bu direnişlerine devam ediyorlar. Topraklarını terk etmiyorlar. Var olan özgürlük mücadelesini de en güçlü şekilde tüm baskılara rağmen dillendiriyorlar. Bu faşizme ve Kürt düşmanı anlayışa karşı bir mücadele veriyorlar. Biz yine burada olacağız, bizden sonrakiler bu mücadeleye devam edecek. Doğamızı korumaya devam edeceğiz. Bu doğaya yaklaşım Kürt’e yaklaşımdır. Bu talan ve yok etme üzerinden Kürt’ü kendine bağlama isteğidir. Asıl amaç Kürt bir irade sahibi olmasın, bir statü sahibi olmasın, kimliksiz bir Kürt olsun. Kimliğinden sıyrılmış, tamamıyla biat eden bir Kürt yaratma politikalarıdır. Doğa da bununla bağlantılıdır. O yüzden diyoruz savaş, doğa ve tecrit birbirinden bağımsız değil, birbiri ile bağlantılıdır.
- Muhalefetin ve kimi ekolojik örgütlerinin, konu Kürtler ve Kürt coğrafyası olduğunda tepkisiz ya da çekinceli davranmasını nasıl yorumlamalı?
Biz bir ülkede diğer halklarla birlikte, farklı inançlarla birlikte yaşıyoruz. Kürt’ün son 40-50 yıllık mücadelesine baktığımızda ‘bölelim, parçalayalım, ayrı bir devlet kuralım’ denilmiyor. Birlikte yaşayalımı savunan bir Kürt halkı var. İktidarın ya da hükümetlerin değişmesi bizler için önemli değil. Ama Kürt halkının bu sistemle bir sorunu var. Bu sistem Kürt’ü yok sayıyor ve Kürt’te bu sisteme karşı mücadele veriyor. Verdiği mücadelede sadece Kürtler için değil, Türkiye’nin demokratikleşmesi içindir. Sayın Öcalan bunu defalarca dile getirdi; Özgür Kürdistan, Kürt ve Türkiye’nin demokratikleşmesi. Bu çevreler ve muhalif kesimlerin son 7 yıllık süreçte geldiği nokta ortada. Sadece ekonomiyi örnek vermek yeterli; Ekonomiye baktığımızda bu noktaya gelinmesindeki sebep bu savaş ve Kürt düşmanlığı üzerinden yürütülen kirli savaştır.
Muhalif partiler de muhalif kesimler de bunu görmelidir. Kürt meselesi hiçbir şekilde baskıcı, şiddet, güvenlikçi politikalarla çözülmedi, bundan sonra da çözülmesi mümkün değil. Tek yol var; Türkiye’yi demokratikleştirme. Var olan sistemi değiştirip, dönüştürmek için mücadele etmemiz gerekiyor. Hem muhalif hem çevreci örgütleri, katledilenin doğa olduğunu bilmesi gerekir. Kürt meselesinde farklı düşünebilirsiniz ama katledilen doğadır, insanlığın geleceğidir. Bir Cudi’nin yakılıp, yıkılıp ve talan edilmesi Türkiye’yi etkileyecektir. Suyu etkiliyor, bir bütünen zincirleme etki yapıp, tüm geleceği, insanları ve çocukları etkiliyor. Burada Kürtler üzerinden değil, doğaya karşı yapılan saldırılara dair savunulan ilkelere göre adım atmaları gerekiyor. Doğru olan budur. Karadeniz’de olduğu zaman tepki gösteriyoruz. Cudi’de ve Lice’de orman yangınları yapılırken buna sessiz kalmak samimi değil. Savundukları ilkeleri pratik bir şekilde göstermiyorlar. Çifte standart olmaz. Burada ağaç talan ediliyorsa, Karadeniz ve Ege’de de talan ediliyor. Dolayısıyla gösterilen tepkinin de bu noktalarda bir olması gerekir.
- Ekolojik tahribat ve talan nasıl son bulur?
Bu talanın önünün alınması için öncelikle Kürt meselesinin çözülmesi gerekir. 2013-2015 süreci, tüm Türkiye halklarının gözü önünde yaşanan bir süreç. 2 yıllık süreçte çok olumlu yönde değişim ve dönüşümler oldu. Türkiye’nin ekonomi, demokrasi, insan hakları bağlamı anlamında çehresi değişti. Dolayısıyla o dönem talanlar da yangınlar da olmuyordu. Talan sadece Kürdistan’a yönelik özel bir uygulama ama Batı’da da rant üzerinden bu talan yapılıyor. Bugün Marmara, Karadeniz, Ege örneği var. Biz çözüm yolunu defalarca önerdik; Sayın Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüştüğümüzde Türkiye’nin çehresi değişmeye başladı. Çözümün anahtarı Sayın Abdullah Öcalan’ın elindedir. Bunun için de Sayın Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğüne kavuşturulması lazım.
- Tahribatın ve talanın sona ermesi noktasında Türkiye halkları, ekolojik paradigmayla hareket eden güçler ve partiler nasıl bir mücadele yürütmeli? Yine bahsettiğimiz çevrelere ne gibi sorumluluklar düşüyor?
Bu anlayışa karşı direniş göstermek gerekiyor. Direniş olmadan sonuç almak mümkün değil. Kendileri (iktidar) zaten bu düşmanlığı anlayış olarak yürütüyorlar, yürütmeye de devam edecekler. Ama bu anlayışa karşı Kürtleri yalnız bırakmamak gerekiyor. Kürtler, evet, bu mücadeleyi veriyor ve vermeye devam edecek. Çünkü bir kimlik meselesidir. Halk bu onurunu savunuyor. Onursuz yaşamaktansa onurlu bir ölümü tercih eden bir halktır. Bu halkın mücadelesi hep bu örneklerle doludur. Bir yaşamı beraber yürüteceksek, bir gelecek inşa edecek ve kuracaksak tabi ki iktidara şunu sormak gerekir; Bu anlayış bir kurşunun maliyetini soruyor. Muhalif kesimler ‘sen bir kurşunu kime karşı kullanıyorsun? Niçin kullanıyorsun? Ne sonuç almayı bekliyorsun?’ diye sormalı. Bitirmek ise 7 senedir biten bir şey söz konusu değil. Türkiye tarihine dönüp bakmaları gerekiyor. 90’lı yıllarda yürüttükleri acımasız kirli savaş söz konusu. Türkiye halklarının geleceğini ekonomik açıdan Kürt düşmanlığı üzerinden çöktürdüler, geçmişte de bu oldu. Bu kurşunun maliyetini her bir insan ödüyor. Çözüm, dünya örneklerinde de olduğu gibi diyalog ve müzakeredir. Bunu insanların sorması gerekiyor. Burada mesele sadece bir iktidar meselesi de değil. Muhalifler yarın öbür gün iktidar olduklarında dediğimiz gibi bir beraber inşa için somut adımlar atması gerekiyor. ‘Bu iktidar gitsin, AKP-MHP gitsin, A ya da B partisi gelsin’ anlayış devam edecekse bizim mücadelemiz daha büyüyerek devam edecek.
Bu mücadeleye ortak olmak gerekiyor. Eğer gerçekten aydınlık bir Türkiye isteniyorsa bu mücadeleye ortak olunur. Bu anlayışa karşı hep birlikte demokrasi cephesini, özgürlük mücadelesini genişletmek gerekir. Aydınlık bir Türkiye isteyen, barış ve huzur içinde bir Türkiye isteyen savaşla Kürt meselesinin çözülemeyeceğini, müzakere ve diyalog ile çözülmesi gerektiğini bilmesi gerekir. Tüm kesimlerle verilecek ortak mücadeleyle sonuca gitmek mümkündür.
- Cudi Yürüyüşü için bir çağrınız var mı, sonrasında nasıl bir eylem takvimi var önünüzde?
Cudi meselesi sadece Kürdün, Kürdistan’ın meselesi değil. Başta da belirttik; Orada yaşayan canlılardır, tahrip edilen bir doğadır, ağaçların katledilmesidir. Yani bir nevi geleceğe yönelik bir katliam söz konusu. Canlılarla birlikte yaşamak isteyen tüm kesimler, fikri ne olursa olsun düşüncesi ne olursa olsun bu ağaç düşmanlarına karşı 17’sinde yürüyüşe katılmalı. Hep birlikte bunlara güçlü bir şekilde cevap olabilirsek, bunları durdurabiliriz. Durdurma gücü bizim elimizde. Tüm Türkiye halklarıyla birlikte söylüyorum. Bu durdurma gücü bizdeyse bu gücü göstermenin yeri de dediğim gibi 17 Eylül’deki bu eyleme katılmaktır. Bu saldırı sadece bir Kürdün meselesi değil, bu insanlığa karşı işlenen bir suçtur. Doğaya karşı işlenen suçlar insanlığa karşı işlenmiş olur. Sorunuzun ikinci bağlamında da şunu ifade etmek gerekiyor; Tabi ki tecrit bu şekilde devam ettiği sürece, savaş politikalarında ısrar edildiği sürece bu mücadeleyi 17’sinden sonra da farklı planlamalarla mücadelesini vereceğiz.
Müjdat Can/MA