Yusuf Gürsucu
Kürt halkının özgürlük talebi, dilini, kültürünü her alanda kullanabilme ve kendi kaderini tayin hakkı gibi birçok bağlamda siyasi düşünceleri, bireylerin ve kurumların bir turnusol kağıdı gibi iki yüzlü tutumlarını apaçık ortaya koyan çok önemli bir ayraç görevi görüyor. Doğayı sermaye saldırılarından koruma ve ileriye taşıma bağlamında kendisini çevreci, ekolojist veya doğa dostu diye niteleyen bazı kurum ve bireylerin, sermaye veya onun devletinin ortaya koyduğu politikalarla örtüşen tutumları, Kürt coğrafyasına karşı yapılan saldırılar karşısında sessiz kalarak katliamlara ortak ediyor.
Yıllardır Kürt coğrafyasının dört bir yanı özgürlük mücadelesini bastırmak adına yakılıp yıkıma uğratılırken, aynı zamanda sermayeye de yağma alanları açılıyor. Şırnak’ta hemen her kesimin gözü önünde yüzbinlerce ağaç kesilerek katledilip pazarda satılığa çıkarılıyor. ‘Güvenlik’ iddiasıyla asker desteği ve korucular eliyle Şırnak’ın Cudi, Gabar ve Besta bölgelerinde ağaç kıyımı kesintisiz sürüyor. Bu yağma ve yıkım yaşanırken, diğer yandan ikiyüzlü ve sermaye yanlısı olanlar açığa çıkıyor. Şırnak Barosu Çevre ve Kent Komisyonu, bir süre önce yaşanan ekolojik yıkıma karşı harekete geçmeleri için Greenpeace, Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) ve Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL) gibi kuruluşlara başvurdu. Bana göre bu başvuru anlamsızdı. Ancak anlamsızlığın Greenpeace’nin çağrıya verdiği cevapla açıkça ortaya çıkması ise yararlı oldu.
Şırnak Barosu Çevre ve Kent Komisyonu üyelerinden Av. Sabri Çatıkkaş, bölgede yaşanan kıyıma karşı çevre kuruluşlarından çağrıya gelen yanıtı paylaştı. Çatıktaş, “Mail yoluyla onlara Şırnak’ta yaşanan doğa talanına ilişkin hazırladığımız raporları ve elde ettiğimiz fotoğrafları gönderdik. Yardım çağrısında bulunduk. Hiçbir şey yapmasalar bile en azından bu doğa talanının durdurulması çağrısında bulunmalarını talep ettik. Şimdiye kadar sadece Greenpeace cevap verdi. Verdikleri cevapta ise Türkiye’de birçok doğa suçunun işlendiğini bildiklerini fakat Greenpeace olarak bütçelerinin az olduğunu ve belirledikleri bazı çalışmalar yürüttüklerini söylediler. Buradaki doğa talanına ilişkin bir şey yapamayacaklarını belirttiler” diye kayderken, diğerleri ise yanıt verme gereği bile duymadı.
Neden böyle bir tutum alıyorlar dersiniz? Neoliberalizmin doğurduğu ‘Sivil Toplum Kurumları’nda (STK) sanayicilerden onların örgütlerine kadar, ekoloji örgütlerinden her renkten siyasi partilere kadar tamamı aynı torbaya atılarak aynılaştırılmaktadır. Birçok STK’da çalışanlar kapitalizmin birer çalışanı ve toplum üzerinde birer ‘rıza üretme’ aracından başkaca bir işleve sahip değildir. Bu gerçeğe rağmen anti-kapitalistlerin söylemlerine de yapışabilen STK kavramı, mücadeleleri güçsüz kılmaktadır. STK yapılarına fonlar aracılığıyla paralar aktarılıp buralarda ‘rıza üretme’ görevinin özellikle başında olanlara yüksek ücretler ödenerek bu durum sürdürülmektedir. Bu örgütleri temsil eden ve en çok sesi duyulan kişiler vasıtasıyla, kapitalizmin sarmalında gerçeklerin görünmez kılınmasını sağlamayı amaçlarlar.
Bu durum hem ekoloji mücadelesi içinde hem siyasi partilerde hem de diğer birçok kurumda kendisini gösterir. Bu kesimleri sarmalın farklı dişlisi haline getiren kapitalizm, karmaşık gibi görünen bu süreçte istediğini almaya devam etmektedir. Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ) ile Sivil Toplum Kuruluşları (STK) basit sıradan bir ayrışma değildir. Bu ayrışmanın ilk adımları 90’lı yıllarla atılmış ve ağızlarımıza pelesenk edilip birçok kötülüğe ‘bilim’ adına rıza gösterme eğilimleri beslenmiştir. İsimlerinin önünde bir dizi ünvan bulunan ‘uzmanlar’, yaşananların temel nedenlerini gizleme işlevi görmektedirler. Elbette bu durum halkların, emeğin ve doğanın yanında saf tutan bilim insanlarını içermiyor. Bu ayrımı yapmanın birçok göstergesine sahibiz, ancak ‘Kürt’ sözcüğü bizi zahmetten kurtarırken, ikiyüzlüğü de açığa çıkarması işimizi kolaylaştırıyor.
Baronun çağrısına dönüş yapma gereği duymayan örgütlerden WWF, Gediz Deltası’nı katledecek olan İzmir Körfez Geçişi (İKG) ile ilgili içinde yer aldıkları ve birçok akçeli projeye ulaştıkları Ulusal Sulak Alan Konseyi’nin (USAK) kararıyla deltanın yıkıma uğratılmasında imzalarının olması dikkat çekiciydi. Şırnak’ta yıllardır yaşanan orman katliamlarına sessiz kalınmasının tek nedeni sermayenin beslediği örgütler olmalarıdır. Sermaye devletinin organize biçimde gerçekleştirdiği ağaç katliamlarına ses çıkarmaları bu nedenle mümkün olmaz. Ses vermeleri halinde USAK gibi AB, BM veya TC fonlarından yararlanmaları olanaksız hale gelir. Bu durum önemli bir gerçeğe işaret ederken, ekoloji mücadelesi kapitalizmin hizmetlileri tarafından verilemeyeceğini gösterir. Aynı zamanda kimlerden ve nelerden uzak durmamız gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Bir de sermayedarların kurduğu ve yönettiği TEMA Vakfı var. Kendi yayınladıkları raporlarda Türkiye coğrafyasının yaklaşık yüzde 60’ında maden lisanlarının olduğundan söz eder. Bu gerçeğe rağmen geçtiğimiz günlerde ‘madenciliğe kapalı alanlar kanunla belirlensin’ açıklamasında bulunmuş ve bazı yolunu şaşırmış ekoloji örgütleri de bu açıklamayı internet sayfalarında paylaşarak sahiplenmişti. TEMA Vakfı’nın önerdiği ‘Madenciliğe Kapalı Alanlar Politika Belgesi’ne göre; ekosistemin sürdürülebilirliği, biyolojik çeşitlilik, yaban hayatının devamlılığı, içilebilir su ile güvenli gıdaya ulaşabilmek için madencilik faaliyetlerine kapatılması istenen alanları açıkladı.
Bu ‘politika belgesini’ anlayabilmemiz için hemen herkesin dikkatini çeken Kaz Dağları bağlamından örnekleyerek aktaralım. Devlet, Kaz Dağları olarak sadece sınırlarını çizdikleri ‘Kaz Dağları Milli Parkı’na işaret eder. Bunun dışında kalan Kaz Dağları’nın tamamında madencilik dahil her şeyin yapılabileceğini iddia eder. TEMA açıkladığı belgede ‘sınırları çizilmiş’ koruma alanlarına işaret ederken, sınır dışında kalan tüm doğal alanların yerle bir edilmesinde bir beis görmemektedir. TEMA’nın devletle ve dolayısıyla sermaye ile çok kolay anlaşabilecekleri muhakkak. Bu belgeyi hazırlarken yukarıda dikkat çektiğimiz gibi isminin önünde bir dizi sıfat taşıyanlara hazırlattıkları ve devletten de destek almış olmaları da mümkün.
Küresel boyutta büyük bir ekolojik kriz yaşanırken, bunun müsebbibinin kapitalizm ve onun üretim ilişkileri olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Kapitalizm tüm dünya yerle bir olsa aşırı üretim ve tüketim politikalarından yani büyümeden asla geri basmaz. Kapitalizmin tek derdi ‘hammadde’ diye nitelediği doğal alanlara ucuz ve sorunsuz biçimde ulaştır. Bunun için halkları bombalarla katletmek dahil her türlü kötülüğü yapar. Bunun yanında adlarını doğa, çevre veya ekoloji gibi sözcüklerle süsleyen örgütleri kurdurarak arka planda yağma hedeflerine ilerler. Tüm bu nedenlerden dolayı emekçi halklar ve sınıfların, yaşamı ileriye taşıyabilmek için doğayı koruma görevinin de sırtlarında öncelikli ve ağır bir yük tuttuğu gerçeğini hatırlatmak gerekiyor.