Efendinin suçunu dahi üstlenmeye varan değerlendirmeler yapmak (bakınız son dönem Ermeni Soykırımı Tartışmaları) Kürt aydın sorunsalını bir kere daha gündeme getiriyor; “Aydın” etiketi ile efendinin sözcülüğünü yapmak efendinin ikamesini güçlendiriyor
Doğan Amed
“Toplumsal gelenekle güncellik arasındaki ilişkinin doğru tanımlanması sosyal bilimlerde halen ciddi bir sorundur. Güncel yaşanan olguyu, olay ve süreçleri geleneğe bağlamadan ne kadar tanıyabiliriz? Gelenek güncellik üzerinde ne kadar etkilidir? Toplumun kendisi hangi ölçüler içinde gelenek ve güncelliği bir arada ve nasıl yaşayabilir? Bu sorulara yanıt vermeden, güncel durum ve olası gelişmeler hakkında gerçekçi değerlendirmeler yapmak güçtür. Bu durumda yapılanlar eksik ve yanlışlıklarla dolu olacaktır. Yöntem olarak sürekli tarih ve günceli birbirine bağlamaya çalışmamız bu nedenledir.” (A. Öcalan- Yöntem ve Hakikat)
Kant “Aydınlanma Nedir?” sorusunu, “insanın düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulması”, “ergin olmama durumu”nu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı” olarak açıklar.
Bu “aklını kullanamayış“, bireyin ve bağlı olduğu toplumun-halkın düşüncelerinin ve kararlarının bir başkasına bağımlı hale gelmesine dayanır. Kant bu duruma, “İster birey olsun, isterse toplum-halk olsun, kendine ait düşünce ve zihin dünyasından yoksunluk” olarak tanımlıyor. “Kendine ve tarihine yabancılaşma, kendisine ait olmayan, onu kendi olmaktan çıkaran düşünce ve zihniyetlere bağımlı hale gelme, bu yoksunluğun sonucudur.” diyor.
Bundan hareketle, “Aydınlama’nın öznesi olan insanın “aklını kullanması”, aydınlanması için bir önkoşuldur” der, Kant. Değil mi ki olmayan bir şey kullanılamaz, o halde bir toplumun kendine ait aklını kullanabilmesi için, öncelikle bunu oluşturabilmesi, kendine ait bir akıl tesis etmesi ön koşuldur.
Günümüzde “Aydınlanma ve Aydın Nedir?” sorusuna verilecek yanıt her ne olursa olsun, toplumsal ve politik bir karşılığı vardır. Zira ya var olan mevcudu savunmayı, benimsemeyi, dolayısıyla bir egemenliği, bu anlamda toplum karşıtlığını veya var olan mevcuda, egemenliğe karşı mücadeleyi ve toplumsallığı dile getirir. Buna etki eden ise öncelikle kişinin zihin dünyası ve tabii ki toplum-sistem içerisinde aldığı rol, konumlanış, sosyal ve siyasal statüsü, mevcut durum içerisindeki sınıfsal durumu, ahlaki ve kültürel şekillenişi, vereceği cevapta etkili, daha da ötesi belirleyici olacaktır. Kürdistan somutunda buna, tüm bunları içerecek biçimde halk-ulus kimlik bilinci de eklenmelidir. Bir yandan tarihin en eski sömürgesi konumunda bulunması, (Kadın statüsüne yakın, bundan dolayı Kürt mücadelesinde kadının kurtuluşu toplumun kurtuluşu anlamına geliyor) öte yandan; sömürge bile sayılmaması, varlığının “yok” hükmünde değerlendirilmesi, kendisine ait aklı elinden alınarak, başkalarının aklının ikame edilmiş olması, Kürt toplumu ve elbette Kürt bireyinde “Aydınlanma ve Aydın” sorunsalının nereden ve nasıl başlatılması gerektiğini de net biçimde gözler önüne seriyor. Halk ve ulus kimliğinin ayırdına varma, bir canlı olarak bunun bilincine erme, türü’nde evreni, evrende türü’nü ve toplumsallığını keşfetme aydın olmanın biricik kriteri haline geliyor.
Kürt Aydınlanması’nın ve özgür Kürt diyalektiğinin kurucu öznesi olan Öcalan bu durumu; “kendini kavrayan, kendini bilen doğa” olarak tanımlıyor.
Bilinir ki toplumsallık, insanın tarih boyu kendini var ederek ve üreterek, dar ve geniş anlamda bir kültür oluşturması ve bu kültür ile hayata tutunması, öte yandan tarihin ilerlemesi ve ilerlemede yaşanan tarihsel çatallaşma sonucu halk olma ve genel insan kimliğinin yanında özgün-özel bir kimlik edinmesi sonucunu doğurmuş.
Elbette ki insan tarih yürüyüşüne başlarken, özel kimlik edinme gibi bir amacı olmamıştır; ancak tarihin bir noktasından sonra da bundan kaçamamıştır. Nihayetinde bundan kaçması grup-halk varlığının-toplumsallığının yok oluşu tehlikesini de taşımaktadır. Kuşkusuz ki tarih düz çizgisel ilerleme ve gelişme göstermiyor, sayılamayacak denli etken bu ilerlemede rol oynuyor; ancak insan türü tüm zorluklara rağmen, önceleri tür olarak, ardından ise çoklu kimlik sahibi olarak kendini gerçekleştirmeye devam ediyor. Bir yandan evrensel insan kimliği öte yandan belli bir coğrafyada yaşayan halkların kimlikleri… Kalıcı dil ve kültürler böyle oluşuyor, yayılıyor ve günümüze dek geliyor.
Ne bir fazla, ne bir eksik Kürdistan, Kürt kimliği ve dahi toplumsallığı da böylesi tarihsel sürecin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Sorulması gereken soru şu: Tarihin en büyük aydınlanma devrimi olan Neolitiğin ilk geliştiği Mezopotamya gibi bir bölgede, ilk yerleşik halklardan birisi olan Kürtler, nasıl oldu da böylesi bir karanlığa hapsoldular? Bunun nedenleri nelerdi? Nasıl bir güç buna yol açtı? Dil ve Kültürün temel inşacılarından, Mezopotamya uygarlığının kök hücresi Huri’lerin ardılları olarak, Kürtleri kültürel soykırımın eşiğine getiren realite neydi?
Coğrafya kaderdir ya da kaderini kendi belirlemek:
“Kürdistan’ın jeokültürel ve stratejik konumu belki de tarihte üzerinde en çok mücadele, savaş ve terörün yürütüldüğü ülke haline gelmesine yol açmıştır. Dördüncü buzul döneminden sonra yaklaşık 20 bin yıl öncesinde başlayan mezolitik ve ardından gelişen neolitik kültürün ‘yaklaşık 12 bin yıl önce’ ana bölgesi, tahminen bugünkü Kürdistan bölgesidir. Mezolitik ve neolitik kültürün en çok geliştiği merkez olması, dört bir yanında yaşayan ‘paleolitik dönem insanları’ toplulukların akınını beraberinde getirmiştir….”
21. yy. Kürt Aydınlanması’nın temel kurucu öznesi olan Öcalan’ın bu tespitleri yabana atılmamalıdır. Zira bir tespitin ötesinde, bir gerçekliği ve bugün de halen devam edegelen bir olguyu tanımlamaktadır. Geçmişten günümüze Mezopotamya ve merkez Kürdistan üzerinde süregelen savaş ve talan seferlerinin, neye yol açtığının anlaşılması açısından gerçekliği yadsınamayacak önemli tespitlerdir.
Bu tespitin en önemli sonucu şudur: Sümerler ile başlayan tarihsel iktidar merkezli ve eril süreç, Mezopotamya ve bölge halkları açısından karanlık çağın başlangıcı olmuştur. Zira sadece fiziksel işgal ve ekonomik talan değildir söz konusu olan, düşünsel-ideolojik-kültürel işgal ve yıkım vardır; ana kadın eksenli gelişen ve yaşanan aydınlanmanın üzerinde yarattığı basınç vardır, bu basıncın bölge ve insanlık için yarattığı sonuçlar vardır. Mitoloji başta olmak üzere, yaratılış felsefesi ve ardı sıra din ve ideolojik alanlarda geçmişe dönük ağır bir karartma, devamında ise saptırma vardır. Dolayısıyla, Sümer olgusunun bölge ve halklarının aydınlanması üzerindeki olumsuz etkilerinin görülmesi ve tarihin belki de en büyük yalanının deşifre edilmesi gerekmektedir.
Görülmesi ve anlaşılması gereken şudur: Kürdistan ve Kürt toplumunda İktidar ve eril zihniyetin toplumu karanlığa boğması, toplumun hegemon iktidar zihniyeti ile biçimlendirilmesi ve bu iktidar odaklarının çıkarlarına göre işe koşturulması, Sümerlerden başlatılmış ve günümüze kadar sürdürülmüştür.
Şunu belirtmek yanlış olmayacaktır; “Tarih Sümer’den başlar” sözünün içerisinde barındırdığı aldatmayı görmek, ters yüz edilen tarihi (oluşturulan zihniyet anlamında) yeniden ayakları üzerine doğrultmak gerçek aydınlanma dinamiğine ulaşmak açısından önemli ve gerekli olmaktadır. Bunu yapmadan aydınlanma kavram ve kuramına erişmek de mümkün olamayacaktır.
Gılgamış efsanesi böylesi bir aldatmanın canlı örneği olarak günümüze taşırılmıştır. Misal, Gılgamış tarafından aranan “ölümsüzlük otu” kişinin ölümsüzlüğünden çok esas olarak oluşmakta olan Sümer zihniyetinin-aklının ve sisteminin bölge üzerinde kalıcı olma arayışıdır. Humbawa, esasında, gelmekte olan karanlığa karşı, bölge halklarının Neolitik sistemi ve aydınlığını-bölge de oluşan toplumsallığı, eş deyişle kendi aklını koruma, yitirmeme mücadelesidir. Buradan bakınca, Enkidu ve Gılgamış’ın, etnik olarak nereye ait oldukları önemini yitirmektedir. Mutlaka köken araştırılacak ise isimlerin anlamlarına bakmak daha yol gösterici olacaktır. “Gılgamış” Kürtçe’de “iri, büyük, devasa öküz” anlamlarına gelmekte ve karanlığı ifade etmektedir. “Enkidu” adı ise toplumda ihanetle özdeştir. Özelde erkeğin, genelde ise işbirlikçi sınıf ve kesimin ihanetini, onu var eden öz değerlerin ve aklın yerine bir başka aklı ikame etmesi, içinden çıktığı topluma karşıtlaşarak düşmanlaşmasını dile getirmektedir. Destanda geçen arkadaşlık, sadakat, kahramanlık gibi terimler, Enkidu tarafından yaşanan-yaşatılan trajedinin cilasıdır ve efendi tarafından kölenin gerçeği görmesini engelleme perdesidir.
“Tarih galiplerin propagandasıdır” sözü her ne kadar bir gerçekliği ifade etse de hakikatten uzaktır ve yanıltıcıdır. Zira insanı ve gelişimini gözardı eden, insanın toplumsallığını yok sayan, insanın toplum ile var olduğu-olabileceği gerçeğini, bu anlamda sürekliliği olan var olma mücadelesini görmezden gelen bir zihniyeti temsil eder. Egemeni ve egemen aklını tek gerçek yerine koyar, kendi dışında bir yaşam, bir zihniyet ve bir toplum olabileceğini görmezden gelir. Ama bir de yok edilemeyen bir hakikat vardır zamanla yok olup gidemeyecek, silinemeyecek olan… Bu anlamda Sümer zihniyeti ve sistemi, ne kadar bir gerçeklik ise, Mezopotamya ve Kürdistan coğrafyasında gelişip yayılan Neolitik insanın oluşturduğu toplum paradigması ve aydınlanması da bir o kadar hakikati ifade etmektedir. Bu hakikat öylesine güçlü temellere sahiptir ki üzerinden binlerce yıl geçmiş ve yüzlerce talan ve yıkım seferleri yaşanmış olsa da günümüze kadar gelmesini bilmiştir.
Zerdüşt-Zerdüştlük felsefesi bu hakikatin dile gelmesi ve Mezopotamya-Kürdistan coğrafyasının-halklarının toplumcu aydınlanma mücadelesinden kopmama, inşa edilmek istenen karanlığa karşı mücadelesidir, bu mücadelenin vücut bulma halidir ama özel olarak da “kendi aklını koruma” savaşıdır, başkasının aklıyla hareket etmek istememe hali ve bilincidir.
Arap-İslam ordularının Kürdistan ve bölge işgalinde ilk darbeyi bölge halklarının inancına vurmaları, Zerdüştlük ve felsefesine ait ne varsa yakıp yok etmeleri, Sümer karanlığına rağmen kendisini devam ettiren Kürt-Kürdistan aklının yok edilmesi amacını taşır. Örnek olsun, işgal ordularının Amed-Dağkapı olarak anılan meydanda kesilen insan kellelerinden yığınlar oluşturmuş olmaları, zafer ya da başarı sağlamayacaktır. Var olan akıl yerine “yeni bir akıl” konmadan, “bu akıl” toplumda hâkim kılınmadan zafer olmayacaktır. Sömürgeci “akıl” bunu bilmektedir. Bunun sonucu ise, katliamın merkezinde sömürgecisine tapmadır; katliamın merkezinde, Kürdün fiziken yok edilmesinin simgesi olan kılıcın mabet yapılması, insanların bu kılıca yüz sürmesi ve “Hazreti Süleyman Türbesi” barındırdığı metafor ile bunu temsil etmektedir. İşbirlikçi Kürt sınıfı bu iş için uygun araç rolünü oynamıştır. Öcalan, bu durum için “Araplaşma-İslamlaşma-Feodalleşme” demektedir. İşbirlikçi-ihanetçi sınıf, geceden sabaha kimlik değiştirerek, Kürt aklından feragat etmiş ve yerine sömürge aklını benimsemiştir. Sonrasında gelen Kemalist Cumhuriyet deneyi ve süreci de bu yaklaşımdan bağımsız değildir.
Denebilir ki Sümer, ardından Arap-İslam işgali ile yaşanan fiziksel-zihinsel-kültürel soykırım, Kemalist Cumhuriyet tarafından zirveye taşırılmıştır. Bu öyle bir soykırımdır ki tarihte eşine-benzerine ender rastlanır özellikler barındırmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında buna karşı çıkma babında kimi girişimler olsa da toplumun ortak akıl ve örgütlülükten yoksunluğu bu soykırımı engelleyememiştir. Ancak o dönem asıl sorun şudur: Kürt direnişi fiziksel olarak bastırılmış olsa da kısmen bir Kürt aklı varlığını halen devam ettirmektedir ve bu Kürt aklı ortadan kaldırılmadan, rejim rahat etmeyecektir. Bundandır ki isyanlar ile insan aklının tahayyül edemeyeceği fiziksel katliamlar sonrasında, sistemli bir kültürel soykırım planı devreye konmuş, bunun için gerekli olan her türlü araç kullanılmıştır. İlk akla gelen yatılı bölge okulları ve Kürt dilinin yasaklanmasıdır. Kürt, “uygarlaştırılması” gereken “vahşi” olarak görülmüş, süngüden kurtulanlar, “medeniyet” değirmenine alınarak kendi karşıtına dönüştürülmüştür. Bunun için Kürdistan’ın her bölgesine özel politikalar uygulanmış, kimi alanlarda din, kimi alanlarda “medeniyet” adı ile Türkleştirme hızından hiçbir şey yitirmeden devam ettirilmiştir. İsmet İnönü, bizzat bu iş için Kürdistan şehirlerini gezmiş ve hangi kente hangi politikaların uygulanması gerektiğini maddeler halinde sıralamıştır. Dersim adının TUNÇ-EL-TUNCELİ yapılması sıradan ve basit bir olay değildir, Erdoğan’ın aradan 100 yıl geçmesine rağmen, “Amed ne yaa” demesi bununla bağlantılı bir olaydır; oluşan Kürt aklına karşı, sömürgecinin tarihsel egemenlik refleksidir. Kürt İsyan önderlerinin mezar yerlerinin dahi belli olmaması ve cenazelerin kaybettirilmesi de aynı nedenlerden dolayıdır. Hafızasızlaştırma, hafıza kırımı, kök kırım aynı zamanda tarih ile bağının koparılması amacını taşır.
Örnek olsun: Yahudi toplumu, yaşadığı soykırımı “biricik” olarak tanımlıyor, bütün dünya da bunu böyle ele alıyor ve kınıyor. Yahudi soykırımını küçümseme anlamında değil, yaşanan acıları yarıştırmak da değil amaç, ancak Kürt toplumuna genel olarak dört parçada, özel olarak da Türk devleti tarafından dayatılan soykırım tarihin ender örneklerindendir. 100 yıldır bir halk tüm dinamikleriyle soykırım kıskacına alınmış, diliyle, kültürüyle tüm varlığı cendere içerisine alınıp yok sayılmış ve bu durum sürekliliği olan bir hale getirilmiştir. Bu soykırımdan geriye kalan Kürt olgusu, lime lime olmuş, alabildiğine daraltılmış, cehaletin de ötesinde hem zihin hem de yapılanma saldırısına uğramış yitik bir kimlik konumundadır artık. Kürt için kendi olmak kavramının giderek anlamını, önemini yitirdiği, efendinin aklından ve sunduğu aydınlanmadan öte bir şeyin olamayacağı bir nokta hâsıl olmuştur.
Aşağıdaki örnekler ne demek istediğimizi ve Kürt toplumunun nasıl bir cendere içerisine alındığını göstermesi bakımından çarpıcıdır.
1. Kemal Fevzi. Bitlis-Hizan’da tanınmış, Kürtlük-yurtseverlik duyguları güçlü olan bir aileden geliyor. 12-13 yaşlarında iken, İstanbul da İttihat Teraki okullarından birine okumaya gidiyor.
Rejimin ideolojik eğitimi, mengeneye aldığı Kemal Fevzi’nin çocuk ruhunu paramparça ediyor. Güçlü bir Kürt geleneği olan Bitlis’ten gelen Kemal Fevzi de Kürtlüğe dair hiçbir şey bırakmıyor. Şiirler yazmaya başladığı o yıllarda şiirleri Türkçülük ve militarizm kokuyor… Savaş sonrası derin bir iç muhasebe içerisine giriyor. Bu durum onu yeniden kendi dili ve kültürü ile buluşturuyor. İşte ne oluyorsa, o andan sonra oluyor. Yeni kurulan Cumhuriyet formalite bir yargılama ile Kemal Fevzi’ye 24 Mayıs 1925’te idam cezası veriyor ve üç gün sonra 27 Mayıs günü sabaha doğru, Ulu Cami’nin önünde cezayı infaz ediyor. Devletin arşivlerin de “akılsız Kürt” olarak yer alıyor.
2. Kamran İnan. Anne tarafından Ermeni, baba tarafından Kürt olan Kamran İnan, aynı biçimde Türkçü tedrisattan geçiriliyor. BM’de daimi elçi oluyor. Bakanlık yapıyor. Dönemine göre hangi parti Kürt düşmanlığında en iyi rolü alacak ise, ondan vekillik adaylığı koyuyor. Seçilmesine yetecek denli oy alıp almaması önemli değil, zira, devletin çelik çekirdeği tarafından her daim kontenjan adayıdır ve “seçilmesi” garantidir. Elinde tesbih, dilinde Kuran ayeti, yanında jandarma ile köyleri geziyor. Tedrisat öyle başarılı oluyor ki, ölümüne dek Kürt ve Ermeni düşmanlığından vazgeçmiyor. Devletin arşivlerinde, “akıllı Kürt” olarak yer alıyor
1-Hasan Hayri. Nuri Dersimi, kitabında Hasan Hayri ile ilgili bir anısını şöyle anlatır: ”1924 yılında merhum Hasan Hayri, Dersim’e, Seyid Rıza’ya sığındı. Bu sırada Hasan Hayri, Dersim aşiret liderleri ve ben Xozat’ın Ferhadan aşiret lideri Cem’in evinde bir toplantı yapmıştık. Bu toplantıda Hasan Hayri söz alarak şunları anlatmıştı: ‘Arkadaşım Doktor Nuri yıllardan beri, Kürdistan bağımsızlık davasını güdüyor. Bu dava, Dersim’i mahvetmek demektir. Doktor Nuri’yi çok severim, fakat fikrine karşıyım. Biz, Türklerle işbirliği yaparak, milletimizi aydınlattıktan sonra, bağımsızlık kendiliğinden olur… vs. O’na şu cevabı verdim:- Muhterem Hayri Bey, aldanıyorsun, bir gün gelecek, sen Kürt adını bile söyleyemeyeceksin.” (Anlatan Nuri Dersimi)
Sonuç.?
Sonuç trajedidir: 1925 yılında, Şêx Sait ayaklanmasına katıldığı gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi’nde idam cezasıyla cezalandırılmasına karar verildi ve hüküm ertesi gün gündeme getirildi. Devletin arşivlerinde, “akılsız Kürt” olarak yer alıyor. !
2-Kamer Genç. Özünde bir soykırım çocuğu olarak dünyaya geliyor. Danıştay’da hakim ve savcı oluyor. Gördüğü tedrisat öylesine başarılıdır ki, Kürt illerinde sürek avına çıkan 12 Eylül Rejimi tarafından Dersim de il Danışma kuruluna atanıyor. Yetmiyor; ölümüne dek milletvekilliği ile ödüllendiriliyor. Tüm yaşamı boyunca, Cumhuriyetin “Medeniyet” ve “uygarlaştırıcı” niteliklerini övüyor, bunun yayılması için çaba içerisinde oluyor. O da Kamran İnan gibi, son nefesini verene dek özgürlük mücadelesine karşı tutum sergiliyor. Devletin arşivlerinde, “akıllı Kürt” olarak yer alıyor.
Belki uzun oldu, ancak iki bölgeden verdiğimiz bu iki örnek, tarih boyu sömürgecinin Kürde nasıl yaklaştığının önemli göstergesidir. Kürt, sömürgecinin aklı ile düşündüğü, yaşadığı sürece sorun yoktur, ancak ondan koptuğu, kendi aklını oluşturduğu anda sergilenen tutum, imhadır…!
İşte, 21. yy Kürt Aydınlanması böylesi şartlar altında; toplumun kendi olmaktan çıktığı, başka bir gerçekliğe “teslim” olduğu bir atmosfer içerisinde, Lotus çiçeği misali, toplumun öz aklı, öz aydınlanması olarak ortaya çıktı. Esas olarak bir aydınlanma hareketi idi. 50 yıldır yürütülen bu aydınlanma mücadelesin de birçok araç kullanılsa da, mücadelenin özü, Kürdistan halklarına dayatılan karanlığı yırtma, böylelikle toplumu kendi öz aklına ulaştırma mücadelesiydi. Bundan ötürü, gerek hegemon sistemin ve gerekse de dört parça sömürgeci devletin asıl korkuları, asıl saldırıları, oluşan-gelişen bu akla-bu aydınlanmaya olmuştur-olmaktadır.
“…Kürt toplumunda bir hastalık var. Bunu irdelemeye çalışmak gerekir. Bu konuda Kürt aydını dediğimiz kategorinin ciddi bir şekilde ele alınması gerekir. Kürt aydınları hakkında kısaca, şunu söylemek mümkündür. Kürt aydını, Türk aydınının kötü bir kopyasıdır. Kürtler, kendi aralarında Kürtçe konuştukları zaman Türk devrimcileri tarafından ‘milliyetçi’ olmakla suçlanırlardı. Bu suçlama ve eleştiriler, Türkçe bilmeyen köylülere değil, daha çok devrimci ve demokrat öğrencilere yöneltilirdi. Yani Türkçe de bilen, fakat kendi aralarında Kürtçe konuşan öğrenciler için veya çeşitli mesleklerden Kürtler için yapılırdı. Kürt öğrenciler de ‘milliyetçi’ olarak suçlanmaktan çok rahatsız olurlardı. Böyle bir suçlamayla ya da eleştiriyle karşılaşmamak için de Kürtçe konuşmaktan, Kürt toplumu olma özelliklerini savunmaktan çok büyük tavizler verirlerdi. ‘Ben enternasyonalistim’ sözü, işte bu tür suçlamaların ve eleştirilerin önüne geçmek için sık sık kullanılırdı. Temel sorun da burada ortaya çıkıyor. Kendi anadilinden vebadan kaçar gibi kaçmak, sömürgecinin dilini kullanmak, insanları, devrimcileri enternasyonalist yapar mı?”
Beşikçi Hoca tarafından yapılan bu belirlemelerin üzerinden çok zaman geçti. Deyim yerindeyse üstünden çok sular aktı, ancak değişmeyen, adeta bir ur gibi Kürt toplumunun içerisinde kalmaya devam eden bu hastalık, bu gün dahi kendisini değişik biçimlerde göstermeye devam ediyor. Kuşkusuz ki kendisine Kürt “Aydını” payesi biçen veya verilen bu hastalıklı zihniyet, o günkü gibi Kürtçe konuşmaktan kaçınmıyor artık, aksine; en çok Kürtçe konuşan olmakla övünüyor, bu konuda yazıyor, değerlendirme yapıyor. Yani geçmişte yaşadığı utancı kendi içinde “sağaltmış” durumdadır. Kendisine “sol” diyen bir kesim de artık bu biçimde yaklaşmıyor, “anlayış” gösteriyor,”empati” ile yaklaşıyor. Ancak ne efendinin bu oryantalist yaklaşımı ve ne de “Kürt aydınının” derinlerinde yer alan hastalık giderilmiş olmuyor. Aksine sorun orta yerde kalmaya devam ediyor; zira kendisine “Kürt aydını” diyen kişi ve kesimlerin, efendinin aklı ile düşünmesi, konuşması ve yazması hastalığın temeli ve kendi üzerine hangi cilayı çekerse çeksin, bu durum hastalığın tedavisini değil, hastalığın daha bir kökleşmesini, kanser gibi tüm vücudu sarmasına yol açıyor. Kopyanın da kopyasına, çürümeye yol açıyor.
Çok gerilere gitmeye gerek yok, sadece son dönem yaşanan tartışmalar ve değerlendirmeler bile ne demek istediğimizi anlatmaya yeter.
50 yıldır Kürt devriminin (Aydınlanmasının) her hareketini, her sözünü, her davranışını çeşitli değerlendirmelere boğmak, bir yandan Anadolu Ajansı referansıyla, “şiddete karşıyız” argümanı, “bağımsız” ve “tarafsız” vurgusunun sürekli tekrarlanması öte yandan ise, efendinin sözlerini, yaklaşımını dikte ederek, efendiden önce oluşan Kürt aklına saldırmak, efendinin suçunu dahi üstlenmeye varan değerlendirmeler içerisine girmek (bakınız son dönem yaşanan Ermeni Soykırımı Tartışmaları) Kürt aydın sorunsalını ister istemez bir kere daha gündeme getiriyor, “Aydın” etiketi ile efendinin sözcülüğünü yapmak sorunu kalıcılaştırırken efendinin ikamesini güçlendiriyor.
Sanırsak, Kürt “aydını ve Kürt aklı” olarak ortalıkta dolaştırılan bu zihniyetin temel sorunsalı, soyutu somuta dönüştürebilmek kaygısıyla aklı devlete kilitlemek; diğer bir ifadeyle Devlet’in Aklı’na teslim olmak, buradaki temel patolojik durum ve aynı zamanda tüm paradoksların özet ifadesini oluşturduğunu görememek, ya da bilinçli bir tercih olarak bunu görmemekte ısrar etmektir.
Bu paradoksun topluma taşınması ve dayatılması daha büyük trajedileri beraberinde getirmiştir. Sayın Öcalan bu durumu, “Toplum, halk ‘kendisi’ olmaktan çıkarılmışsa, bunun anlamı en zayıf kılınmış bir yalnızlığın henüz doğarken mahkûmsun. Kendin olmaktan çıktığın oranda başka bir toplumla bütünleşirsin. Ama o zaman da artık kendin değilsin. Ya müthiş yalnızlık ya da başka gerçekliğe teslim olmak.” biçiminde tanımlıyor. Yaşanan tam olarak budur. Kendisine Kürt “aydını” diyen bu tip kendisi olmaktan çıkmış ve başka bir gerçekliğe dönüşmüş, başka bir zihniyete ve başka bir ideolojiye göre düşünür, yaşar hale gelmiştir. Acı olan şey ise, bu patolojik durumun farkında olmamasıdır.
Gramsci, bu aydın tipolojisi için, ‘bilir’ ama anlamaz, hele ‘duymaz’ der ve devam eder… “Sanılır ki aydın, ulusun halk kesiminden ayrı ve kopuk olur, (bu nedenle) halkın ilksel tutkularını duymaz. Bir tutku olmazsa, yani aydınla ulusun halk kesimi arasında bir duygu bağı olmazsa tarihsel bir politika olamaz” demektedir. Devamında ise kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar; Eskinin sürdürücüsü, gelenekselliğin devamcısı, düzenin payandası olan olarak tanımlar, Gramsci, bu zihniyet sahiplerini. Kısacası efendinin ve efendi aklının yeniden yeniden inşası…
Burada aydın tanımını yeni baştan belirleme değil, amaç; bin yıldır aydın ve aydının rolü konusu, tüm toplumlarda netlikle belirlenmiş, şartlar, coğrafyalar, tarihler değişse de değişmeyen şey aydının rolü ve misyonu olmuştur. Nedir bu rol ve misyon? Ait olduğu toplum ve kültürün yağmalanmasına, yok edilmesine tavır almak, içerisinden çıktığı toplumla doğru temelde aidiyet bağı kurmak, sömürgeci zihniyet ile yaşama-düşünme ve söyleme son vermek.
Bu, gerektiğinde Galileo olmak, gerektiğinde; nabza göre şerbet vermenin, konuşulması gereken yerlerde susmanın, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmenin bir aydının kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlar olduğunu bilecek kadar Edward Said olmaktır.
Özcesi, Kürt gerçekliğinde aydın olmak; ergenlikten kurtulmuş bireylerden oluşmuş toplumun güzide unsuru olmaktır. Aydın olmak; ne efendinin suçlarını üstlenmek, ne de onun empoze ettiği aklı dillendirmektir, aksine; sömürgeci zihniyetin düşünce ve kültür kodlarından sıyrılmak ve öze dönebilmektir. Özün yeniden inşası için öncelikle kendi varoluşun farkına varmak, devamında da ötekinin varlığını kabul etmektir. Ve her şeyden önemlisi zihnin hapishanelerinden kurtularak binlerce yılın tortusunu geride bırakmaktır, aydın olmak..!