John Steinbeck’in Gazap Üzümleri, dünya dillerinde çok okunan ve farklı dillerde birçok kez yeniden baskısı yapılan bir roman. Her baskıda farklı kapak tasarımları yapılmış. Daha sonra birkaç kez filmi de çekilen bu eserin birçok dilde film afişleri de var. Bu görsel materyallerin ortak noktası T tipi Ford figürüdür. Bazı afiş ve kapaklarda yalnızca bu kamyonet vardır. Bazılarında arka plandadır ama mutlaka vardır.
Aileleri kasasında ülke içinde oradan oraya sürükleyen kamyonetler konvoyu, dolayısıyla da göç, anlatının en önemli teması olsa da Gazap Üzümleri bir göç romanı değil, dünya işçi edebiyatının en seçkin örneklerinden biridir.
Kapitalizm; sermayenin, malların ve emeğin serbest dolaşımı ilkesiyle “Batı” toplumlarına egemen olduğu andan itibaren göç yaratmıştır. Steinbeck’in anlattığı 20. yüzyılın başlarında yaşanan emekçi nüfus hareketliliği, ABD’ye ya da belli bir kriz dönemine özgü değildir. Sanayileşme, kentleşme, genel olarak modernleşme, hem Batılı (ya da “merkez”) ülkelerde hem de “küresel Güney” ya da üçüncü dünya gibi isimlerle de anılan “periferi”de yoksul kitlelerin topraktan koparılması sonucu insanlık trajedilerine sahne olan büyük göç dalgalarıyla birlikte gerçekleşti.
20. yüzyıl boyunca nüfus hareketliliği nedenleri arasına kıtlık, bölgesel savaşlar, baskıcı rejimler ve kronik yoksulluk da eklendi. Emekten yana bir bakış, bu faktörlerin tümünün temelinde küresel sermayenin acımasız yayılma stratejilerini görecektir.
21. yüzyılın ilk çeyreği boyunca Afganistan’ın ve Irak’ın ABD tarafından işgali, ardından da Arap Baharı ve bunların yol açtığı iç savaşlar, bölgesel çatışmalar yaşandı. Bu vakaların her biri, hedefi esas olarak Batı olan göç dalgalarını doğurdu. Ortadoğu, Asya ya da Afrika’daki ABD üslerinden havalanan her B-52 uçağı, bir mülteci akını olarak Batı’ya geri dönüyor.
Mültecilerin görünürde en çok ulaşmayı umdukları hedef Avrupa. Bu umutla her gün Akdeniz’e derme çatma tekneler, tıka basa insan dolu şişme botlar açılıyor. Bu yolculuk her yıl binlerce ölüm getiriyor.
Avrupa ülkeleri, ABD bombardıman uçaklarının üçüncü dünyada açtığı “piyasalardan” ziyadesiyle nemalansalar da sık sık “ABD savaş yapıyor, mülteci olarak bedeli bize geri dönüyor” şikâyetini dile getiriyorlar. Mülteci akınını engellemek için Türkiye, Tunus ve benzeri ülkelerle geri gönderme anlaşmaları yaparak göçmenlerin bu istasyon ülkelerde toplanmasını teşvik ediyorlar. Kendi sınırlarına ulaşmasını engellemek için fiili tedbirler de alıyorlar.
Yunan donanması ve sınır polisi, Akdeniz, Ege ve Meriç Nehri’nde “geri ittirme” taktikleriyle namlı. Ama sınırı geçmeyi başaran mültecileri de Avrupa içlerine doğru ilerleme konusunda teşvik ediyor. İtalyan devleti de Akdeniz üzerinden ulaşan mültecilerin kendi toprakları üzerinden Almanya ve Fransa yönünde ilerlemelerini teşvik ederek sorunla baş etmeye çalışıyor. İspanya ve Portekiz’e ulaşan Afrikalı göçmenler için de çoğunlukla hedef Almanya. Fransa ise kuzey limanı Calais’ten her gün Manş’a açılan mülteci yüklü şişme botları görmemeyi tercih ediyor. Hedefi İngiltere olan bu şişme botların Türkiye imalatı olduğu, en son iki ülke arasında yapıldığı duyurulan “Mükemmeliyet Merkezleri” protokolüyle anlaşıldı.
Ama nüfus hareketleri Avrupa’yı çevreleyen kıtalarla sınırlı değil. Bir göçmen ülkesi olarak kurulan ve iki yüzyıl kadar o şekilde varlığını sürdüren ABD, geçtiğimiz yıllarda güney sınırına Çin Seddi misali bir duvar ördü. Bu yetmedi, yakın zamanda Meksika sınırını oluşturan nehir üzerine bir yüzer bariyer konulması tartışıldı. Dünyanın öteki ucundaki Avustralya ise uzunca bir süredir, Endonezya ile arasındaki illegal geçişi durdurmak amacıyla ülkenin kuzeyindeki adalarda mülteci kampları oluşturuyor.
Küresel kapitalizm içinde mülteci sektörü de bir endüstriye dönüşmekte gecikmedi. Yalnızca yeraltı insan kaçakçılığı ağları değil mültecilerin kontrolü, bakımı ve istenmeyen göçün engellenmesi gibi önemli ve kârlı “business” dalları oluştu. Bu sektörlerde çoğu Batı ülkelerinden binlerce insan istihdam ediliyor; Birleşmiş Milletler ve ilgili ülke hükümetleriyle her gün milyon dolarlık ihaleler, iş sözleşmeleri yapılıyor, projeler üretiliyor vesaire. Üzerine bir de göçmenliğin gelişmiş ülke ekonomileri için devasa bir ucuz iş gücü deposu oluşturma kapasitesi eklendiğinde yüksek kârlı bir küresel endüstri dalı hakkında konuşmakta olduğumuz açıklık kazanacaktır.
Bir de tabii göçü kaynağında durdurma ya da Avrupa sınırları marjininde mülteci toplama kampları oluşturma sektörleri mevcut. Tunus ve Türkiye yönetimleri bu sektörün en çok adı anılan mensupları. Afrika Sahra altı göçmenler, masrafları Avrupa Birliği tarafından karşılanmak üzere Tunus’ta depolanırken Afgan, Suriye ve Irak gibi ülkelerin mültecileri de Türkiye’de depolanıyor. Hem Tunus hem de Türkiye, mültecilerin sigortasız ve iş güvencesiz istihdamına göz yumuyorlar. Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, bir yandan böyle yaparken bir yandan da Tunusluların tepkilerinin sözcüsü de oluyor. Ümit Özdağ benzeri “Mülteciler demografik yapımızı bozuyor” meali nutukları bizzat başkan atıyor. Dönemsel olarak halk galeyana getiriliyor, siyah Afrikalılara saldırıyor, mülteciler hizaya sokuluyor. Ardından herkes işine geri dönüyor, göç endüstrisinin çarkları dönmeyi sürdürüyor.
Türkiye’de ise iktidar, İslam tarihine gönderme yaparak ensar jargonunu kullanıyor. Din kardeşiyiz ve misafir ağırlıyoruz yani. Tepkileri ise “muhalefete” söyletiyor, provokasyon işini oraya ihale etmiş. Böylelikle ülkenin beş ve üzeri milyon rakamlarla anılan mülteci kitleler için devasa bir toplama kampına dönüştürülmüş olduğu gerçeği tartışılmak yerine, dönemsel olarak vatandaş tepkisinin gazı alınıyor. Avrupa’yla geri dönüş anlaşması İngiltere’yi de kapsayacak şekilde genişliyor. İhalenin bedeli ve kâr marjı da yükseliyor tabii böylelikle. Türkiye de Tunus gibi küresel göç endüstrisinin en verimli ve kârlı merkezlerinden biri artık.
Bütün bunları yazma nedenim, İYİ Partili bir vekilin İran sınırından yaptığı yayının son günlerde kazandığı popülerlik. Mensubu olduğu Türk milliyetçisi teşkilatların insan (ve diğer kalemler) kaçakçılığı ağları içindeki aktif rolünü, kaçak göçmen istihdam eden ve partisine oy veren binlerce işletme sahibinin varlığını bilmiyormuş gibi yapıyor ve sınır güvenliğimiz tehdit altındadır diyor. Aynı günlerde Urfa’da Suriyeli bir fırıncının bir çocuğa cinsel tacizi nedeniyle halk ayaklanıyor, adeta ikinci bir “düşman işgalinden kurtuluş” isyanı yaşanıyor. Suriyeli nüfusun yaşadığı mahalleler basılıyor. Urfalılar bu kitlesel tepkiyi özellikle tarikat/vakıf yurtlarında birbiri ardına duyduğumuz çocuklara cinsel taciz vakalarının hiçbirine göstermemiş. Benzer bir pogrom girişimi, İzmir’de de aynı günlerde yaşanıyor. Ümit Özdağ, “Ben dememiş miydim?” mealinde demeçler vererek kamuoyu yoklamalarında oylarını artırdıkça artırıyor. Örneklerini Fransa, İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde fazlasıyla görmüştük: Mülteci endüstrisinin en kârlı sektörlerinden biri de faşist siyasetçilik.