Seçimleri nasıl aldığı bir yana, iktidara yeniden oturan AKP’nin ekonomi politikalarının iflas ettiği hemen herkes tarafından anlaşılır biçimde ortaya çıktı. Son yıllarda AKP’nin devletleşmesi, tüm üretim süreçlerinin ve ekonominin üzerinde hakimiyet kurması, dolayısıyla iflas edenin AKP olmadığı, aksine Türkiye’nin iflas ettiğini söylemek gerekiyor. Yaşanan iflas elbette sadece Türkiye’yi ilgilendirmemekte.
Kapitalizm son yıllarda sistemi sarsacak boyutlarda büyüyememe krizi içinde debeleniyor. Bu şartlarda saadet zincirinde Türkiye’deki iflas üzerinden yaşanabilecek bir kırılmaya acilen çare bulmak zorundaydılar ve AKP’nin tek karar vericili iktidarının varlığı bu noktada önemliydi. Çünkü acı reçetenin uygulanabilmesi için önünde yönetimde direnç olmaması gerekiyordu ancak bu da yeterli değildi. Bu nedenle ekonominin ve paranın başına da kayyum atanması finans oligarşisinin olmazsa olmazıydı.
Kemal Derviş’in Ecevit hükümetine kayyum atanma sürecinin tam bir izdüşümünü yaşamaktayız. Atanan kayyumun kimliğinin Türkiyeli olması hiçbir anlam ifade etmemekte. Çünkü kayyumun varlık nedeni aynen Kemal Derviş gibi dünya finans oligarşisinin bir elemanı olması. Ayrıca yine aynı nitelikte bir kişinin daha Merkez Bankası’nın başına getirilmesiyle paranın patronu olan küresel finans oligarşisi ekonomide tüm kontrolü eline almış olacak.
Bu durumun sonuçları ise sistemden beslenen ve bugüne kadar ülkeyi emek ve doğal yaşam üzerinden sömürüp kanını emenleri pek ilgilendirmemekte. Bu sürecin ağır sonuçlarından her zaman olduğu gibi sadece emekçi halklar ve doğal yaşam etkilenecek. AKP iktidarının çeperine topladığı şirketlere ve onların dış ortaklarına yağma yoluyla kazandırdığı ve doğmamış çocuğumuzu bile borç batağına mahkûm eden politikalar sonucu 500 milyar doları aşan dış borç batağı, kayyum atanmasının temel nedenidir.
Dış borcu ödeme yeteneğini kaybeden iktidar ülkeyi küresel finans oligarşinin eline teslim ederken, tahsilat memuru olan kayyumu ekonominin başına getirmesi şaşırtıcı bir şey değil. Bay kayyumun daha önce belirttiği gibi ‘asgari ücret artışı zulümdür’ sözü emekçiye bakışını ortaya koyarken, sermayenin çıkarları dışında hiçbir şey onu ilgilendirmeyecek. Çünkü varlık nedeni bundan ibaret.
Onun kayyum olarak görevi, sermaye çıkarlarını ve sermayenin azgınca sömürüsünü her koşulda sürdürülmesini sağlamaktır. Bunun bir de yancıları var ve bunlar hep bir ağızdan kayyuma destek çağrıları yaparlarken, sistem partilerinin hemen hemen tamamının da aynı eksende tutum sergileyeceğinden hiç kuşkunuz olmasın.
Kayyumun işçiye bakışı, sermayeye oluşturduğu maliyet ve üreteceği artı değer kadardır. Çünkü işçi onun gözünde sadece artı değer üreten bir makinadır. Asgari ücret artışına katlanamaz, sermaye çıkarı adına esnek çalışmayı savunur. Emeklileri hiç sevmez ve bu nedenle onların emekli maaşlarına zam yapmak şöyle dursun emekliliğin kaldırılmasını hayal eder. İşçinin kıdem tazminatı hakkından nefret eder, kıdem tazminatının fona devrini savunur ve böylelikle fon aracılığıyla işçinin birikiminin sermayeye aktarılmasını amaçlar.
Tüm bunlar yetmez, işçinin tazminat hakkının istihdamının önünde büyük bir engel olduğunu savunarak işsizler ve işsizlik tehdidi altında çalışan işçiler üzerinde metazori yöntemle rıza üretmek ister. Nihayetinde emekçi halklara güvencesiz bir yaşam ve onları mülksüzleştirmek genel amaçlarından birisidir.
Bugüne kadar sürdürülen doğal yaşamın yağması ise kayyum eliyle aklımızın alamayacağı boyutlara ulaşacağını bilmemiz gerekiyor. Madenlerle, petrol ve doğalgaz üretimleriyle, Kanal İstanbul gibi ucube işlerle, tarım arazilerinin ve üretimler süreçlerinin tamamen şirketleşmesi ve köylünün köleleştirilmesiyle, sermayenin kontrol ettiği suyun damlasına muhtaç kalacağımız politikalarıyla, elektrik santralleri ve iletim hatları üzerinden Avrupa’ya enerji taşınması ve bu sürecin beraberinde büyük bir ekolojik yıkım ve çok yüksek elektrik faturalarıyla halkları ve doğayı köleleştirmeyi arzulayacaklarından hiçbir şüpheniz olmasın.
Onlar bunları yaparken biz seyre dalarsak vay halimize. Yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım hayalleri gerçekleştirmeleri elbette kolay değil. Saldırıları hızla hayata geçirmek isteyeceklerdir. Ancak biz emekçi halklar olarak hem kendi yaşamsal çıkarlarımızı hem de bizim için olmazsa olmaz olan doğal yaşamın çıkarlarını korumak bizler için bir varlık ve yokluk meselesidir. Bu nedenle birleşmek ve kol kola girmek dışında bizler için hiçbir çıkış yolu bulunmamaktadır.