Filistin-İsrail meselesinde görüldüğü gibi Kürtleri ümmet ve din mantığı ile kendinden uzaklaştırarak adeta sanki Kürtlerin yaşamak zorunda olduğu sözde dini İslam olan sömürgeci devletleri ile hiçbir sorunu yokmuş gibi lanse ettirilerek mazlum Filistin halkının sorunu için Kürtleri koçbaşı olarak adeta cihada teşvik etmektedirler
Rubar Amedî
Ortadoğu kazan gibi kaynıyor, etnik ve dini çatışmalar bölgenin kaderini değiştirebilecek niteliğe doğru gidiyor gibi görünüyor. Yıllardır süre gelen dini ve etnik sorunlar birinci paylaşım savaşından sonra bilinçli olarak çözülmeyip tekrardan oluşacak yeni durumlara göre müdahale gerekçesi olarak planlandı. Sykes-Picot Antlaşması, 16 Mayıs 1916 tarihinde Britanya İmparatorluğu ve Fransa arasında parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan toprakları kendi çıkar ve siyasetleri doğrultusunda dizayn etme projesi olarak da bilinir. Lozan ile Kürtler dört parçaya bölünür, Arap halkı yirmi sekiz ulus devlete dönüştürülerek tamamen egemenlik altına alınır. Bu projenin yüz yıldan fazladır halen geçerliliğini koruması başlı başına ele alınması gereken bir konudur.
Avrupa kendi etnik ve dini çatışmalarını (çok sancılı ve kanlı da geçse de) Rönesans ve aydınlanma süreci ile atlatmaya çalışarak günümüz dünyasına kadar sistematik ve kapitalist moderniteye uygun bir yapılanma ile toparlanma sürecini yaşadı. Sorun artık kendi topraklarından ziyade Avrupa kıtasına yaşam kaynağı olabilecek jeo stratejik ve jeo politik alanlara tahakküm etme, sömürme sorunu idi. Bundan yola çıkarak savaşları kendinden alabildiğince uzağına ve farklı coğrafyalara taşıyarak kendi kıtasını ve sistemini bir biçimi ile sağlamlaştırmaya çalıştı. Bugün Ortadoğu’da, Balkanlarda güney ve kuzey Afrika’da yaşanan tüm çatışmaların temelinde Avrupa’nın çıkar amaçlı politikaları ve temel enerji kaynakları sorunu yatmaktadır. Bu kaynaklara hükmetmek için mutlak anlamda bir çatışmanın ve düzensizliğin bölgenin reel durumuna göre uzun ya da kısa devam etmesi sürekliğini esas alan bir politik yaklaşımı yüz yıllardır uygulamaktadırlar.
Fakat artık günümüz dünyasında geçmiş yüzyıllık politikalar ile çıkarlarını korumak oldukça zor gibi görünüyor. Bir taraftan Balkanlarda yaşanan sorunlar, bir taraftan İsrail-Filistin sorunu, yüz yıllardır Kürtler ile sömürgeci Türkiye, İran, Irak, Suriye arasındaki sorunlar bölgede Çin, İran, Rusya ve Türkiye bloklaşmaları başlı başına enerji kaynakları politikasını tehdit etmekte ve yüz yıldır uygulanan böl-parçala-yönet politikasının geçerliliğinin artık halklar tarafından kabul görülmediğini ve buna karşı halkların, özellikle de Kürt halkının her dört parçada da toplumsal, siyasal ve askeri anlamda güçlü örgütlemeler yaparak Rojava’da olduğu gibi yeni bir alternatif sistemi inşa etmeye çalışarak bölge halklarına umut olduğu çok net görülmektedir
Bugün Ortadoğu’da yaşanan Kürdistan ve İsrail-Filistin sorunu bölgesel krizi daha da derinleştirmektedir. Egemen devletlerin yüz yıldır çözüm diye uyguladıkları politikalar çözüm değil çözümsüzlüğü daha da derinleştirdi. Bölgemiz resmen bu politikalar sonucu ateşten günlere dönüşerek halkların yaşam alanlarını tehdit etmeye başladı.
Bu tehdide karşı bölgede en örgütlü toplumsal, siyasal ve askeri güç olarak Kürtler var olmaktadır. Bu bakımdan Kürtlerin politik tutum ve yaklaşımlarını engellemeye yönelik gerek içten ve gerekse dıştan birçok dayatmalar ortaya çıkmaktadır. Kürt siyasal hareketi tutum ve politikaları ile bunları kat be kat boşa çıkarabilecek güçte ve kudrettedir. Sömürgeci devletler bu durumun farkında olduğu için özellikle İslamiyet’i Kürt halkına karşı en pervasız şekilde kullanarak bir biçimi ile kopacak fırtınanın önünü almaya çalışmaktadırlar.
Filistin-İsrail meselesinde görüldüğü gibi Kürtleri ümmet ve din mantığı ile kendinden uzaklaştırarak adeta sanki Kürtlerin yaşamak zorunda olduğu sözde dini İslam olan sömürgeci devletleri ile hiçbir sorunu yokmuş gibi lanse ettirilerek mazlum Filistin halkının sorunu için Kürtleri koçbaşı olarak adeta cihada teşvik etmektedirler. Oysa İslamiyet işgalcileri hırsız olarak tanımlar ve İslam hırsızlara karşı mal ve can güvenliğini emreder. Bugün Kürdistan işgal altındadır, halkımızın verdiği can ve mal güvenliği mücadelesi kutsaldır ve meşrudur. İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulmün on katını İslam devleti kimliği ile Kürtlere sömürgeci işgalci güçler çok daha fazlasını yapmıştır. Kürdün toprağı işgal edilmiş, dili, kültürü yasaklanmış, namusuna tecavüz edilmiş, defalarca hak arayışı talepleri katliam ve soykırımlarla sonuçlanmış ve bunu, İslam’ı temsil ettiklerini iddia eden devletler yapmıştır.
Kürtlük bilinci olan her insan düşüncesi ne olursa olsun bugün Rojava’da yapılan katliamlara ve soykırıma hangi vicdan ve mantık adına, hangi din adına sesiz kalabilir? Aynen İsrail’in Filistin’e yaptığı gibi TC devleti Rojava’da sivil, savunmasız insanlarımızı, çocuklarımızı, kadınlarımızı katlediyor. Halkın yaşam alanlarını adeta yerle bir ediyor. Hastaneler, enerji kaynakları, altyapı sistemleri bir bütün saldırı altındadır. Kendi halkının katledilmesine ses çıkarmayan ve bunu görmezlikten gelip sadece Filistin için gözyaşı döken Kürdün vicdanı inandığı inanç adına ne kadar rahat olabilir ki.
58 İslam ülkesinin, 58 İslam liderinin, İslam işbirliği teşkilatının ve 34 ülkenin kurduğu İslam ordusu İsrail devleti konusunda hiçbir politika yürütemezken ve buna rağmen mazlum Filistin halkının çektikleri acılara son vermezken ümmet adına Kürtleri bu savaşın içine çekmek ebetteki art niyetliktir ve Kürdü kendi kutsalı olan toprağından başka kutsalların peşinden koşturmaktır.
Savaşlar ilkin hakikatleri öldürür, sonra kadını, sonra çocuğu, sonra toplumu ve daha sonra bir halkı öldürür. Halk olarak artık ölmek istemiyoruz, başka halkların çektiği acılara ebetteki vicdanlı davranacağız fakat ülkemiz ateşler içindeyken, halkımız acılar ile yaşamaya çalışıyorken, topraklarımız işgal altındayken, Kürdün kutsalı elbette ki Kürdistan olmalıdır, Kudüs’ü toprağı olmalıdır, dağları olmalıdır. Kendi halkı işgal altında ve tarihin en acımasız düşmanları tarafından saldırıya uğrarken evindeki ateşi söndürmeden komşunun evindeki ateşi söndürmesi ahlaken de vicdanen de mümkün değildir. Kendi kutsalımız olan toprağımız için, halkımızı için en fazla ulusal birliğe ihtiyaç duyulduğu bir sürece giriyoruz. Bu süreci başarıyla atlatmamızın tek yöntemi daha çok siyasal, politik ve askeri anlamda örgütlenmek ve ihanete geçit vermeden tarih sahnesinde yakalamak zorunda olduğumuz fırsatı başarıya ulaştırma olacaktır.