Sosyalist, dindar, milliyetçi, entelektüel, siyasetçi, işçi, emekçi yani hangi pozisyonda olursa olsun her Kürt öncelikle ‘sömürge insan’ olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda
Mücahit Akgün
Son yıllarda genelde Kürt halkına karşı özelde de Kürt kadınlara yönelik özel ve psikolojik harp taktikleri kapsamında yürütülen taciz, tecavüz, öldürme ve linç saldırıları giderek artıyor. Kışladaki şüpheli ölümlerden tutalım tecavüz edilerek öldürülen, kaybedilen kadınlar, Karadeniz ya da Ege’de linç edilen işçiler, Kürtçe konuştuğu için bıçaklananlara kadar her gün birkaç saldırı ve linç haberi alıyoruz. AKP-MHP iktidarının milliyetçi politikaları derinleştikçe saldırılar yaygınlaşıyor. Saldırıların milliyetçi ideolojisinin bir sonucu olduğu ve en hafif tabiriyle toplum kırımı hedeflediğine şüphe yok.
Nitekim saldırılar tartışma ve tepki konusu oluyor. Işıl Özgentürk örneğinde olduğu gibi herkes kendi meşrebince bir şeyler yazıyor. Bu ve benzer vakalarda genellikle efendi Türk, olayı geleneksel, sosyo-ekonomik şartlar üzerinden mağdura yükleyerek resmi ideolojisinin gereği olarak uygulanan politikaları aklama ya da görmezden gelmeye çalışır. Zira böyle öğretildi ve böyle inanıyorlar. Kürtler de olay karşısında haklı olarak bir yandan efendi Türk’ü ırkçı olarak eleştirirken öte yandan aynı efendiden adalet bekler. Sürekli tekrarlanan bu vahşet halinden kendi eksikliğini ve sorumluluğunu ısrarla yadsır. Mağdur olmanın, kendisini otomatik olarak haklı kıldığına inanır ya da inanmayı tercih eder.
Efendiden adalet beklemek
Kürtlerin kendini Türklerle eşit zannetme fantezisi ve temel yanılgısı tam da burada başlar. Efendiden adalet beklemek eşyanın tabiatına aykırı olduğu gibi ideolojik temelde bir strateji olarak yürütülen politikaların sonucu yaşanan kırımı da bir anda münferit, adi ve adli bir olaya dönüştürüverir. Olayın politik, ideolojik temellerini ve arka planını yani asıl yönelmesi gereken sorunun kaynağını kendi eliyle muğlaklaştırır. Böylece objektif olarak olayı bilinçli ve tercihen geleneksel, sosyoekonomik nedenlerle açıklayan efendiyle aynı pozisyona düşer.
Oysa klasik deyimle doğru teşhis olmadan doğru tedavi mümkün değildir. Bu saldırılar bilinçli olarak uygulanan bir politikanın sonucudur. Özünde Türk ve Kürt eşitsizliğine dayanıyor. Adli bir yanı olsa da sorun ideolojik, politik bir uygulama olduğundan çözümü adli yargılama sonucu veriler kararlarla asla gerçekleşmez, gerçekleştirilemez. Aksine yapılan bazı adli işlemler işin gerçek kaynağı olan ideolojik yönü perdelenmek için kullanılır. Kürtler bu ülkede Türklerle gerçek anlamda eşit olmadığı sürece de asla adil bir yargı tecelli etmeyecektir.
Teşhisi doğru koymak
Kürt halkı öncelikle duygusallıktan uzak, zayıflıklarının doğru teşhisini yapabilme basiretini göstermelidir. Binlerce yıllık “wxe zan/hozan-kendini bilen” bir mirasa sahip. Daha ötesi on yıllardır bunun mücadelesini veriyor. Yani kendini doğru teşhis etme ve doğru tedaviyi uygulama arayışı. Bunun parçası olan Kürtler, önemli oranda iyileşti. Kendi bilincine vararak kendisine takılan prangaları parçalama ve özgürlük mücadelesi veriyor. Ancak şu da bir gerçek ki hâlâ Kürt’ün önemli bir bölümü bu gerçekliğe uzak. Kendi bilincine varmış değil. Özellikle din, ticaret, resmi ve sosyal tabakalarda yer almayı efendisiyle eşit olmak zanneden önemli bir kitle mevcut.
Sürgün gerçekliği
Bu bağlamda sosyalist, dindar, milliyetçi, entelektüel, siyasetçi, işçi emekçi yani hangi pozisyonda olursa olsun her Kürt öncelikle “sömürge insan” olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda. Kabullenmesi acı olsa da sorunlarımızın çözümü buradan geçiyor. Frantz Fanon deyimiyle, “Sömürge insan” demek bilinci egemen tarafından ters çevrilmiş insan demektir. Kendi gerçekliğini yadsıyan, anlayış ve zihniyet olarak yanılgı içinde yaşamak demektir. Gerçeklikle bağı koparılmış, kendini teselli etmek için egemen tarafından önüne konulan gerçekliğe inanmaktır ve tabi olmaktır. Kürtlerin bir kısmının kendini Türklerle eşit zannetmesi bu yanılgının nedenidir. Aynı zamanda kendisini birçok saldırıya açık hale getiren zayıflığıdır.
İlk adım…
Köle-efendi denklemini kabul etmek, olağanlaşan bu dehşet verici döngüyü kırmanın ilk adımıdır. İdeolojik, politik bakmak ve tali ile esası ayırt etmektir. Bir zayıflık değil, güçlenmenin başlangıcı, temel handikabını tespit etmektir. Bizi zayıf kılan şeyi tespit etmek, ondan rahatsızlık, öfke ve utanç duymayı getirir. Bu duygular değişim, dönüşüm ve mücadele etmenin ana kaynaklarıdır. Zira rahatsız olmadığımız, öfke ve utanç duymadığımız bir durumu değiştirmek ya da ondan kurtulmak mümkün değildir.
Irkçılığın derin kökleri
Köle-efendi denklemi anlaşılmadan şu an resmi ideoloji olarak yürürlükte olan Türk-İslam sentezi ile bu sistematik saldırıların bağı da anlaşılmayacaktır. Hep münferit ve adli olaylar olarak kalacaktır. Oysa gerçeklik cumhuriyetin ilk yıllarında Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un meşhur, “Bu ülkede Türk olmayanların tek hakkı var: Türklere hizmet etmektir. Herkes böyle bilsin. Dağlar, taşlar hatta kuşlar” söyleminde gizlidir. Yoksa bir içişleri bakanının milyonlarca Kürt’ün seçtiği belediye başkanını iki satır yazıyla görevden alması ve yerine gönül rahatlığıyla vali ataması “efendi-köle” diyalektiğin dışında nasıl açıklanabilir ki.
Kölenin bir barakası ve barakasında oturduğu bir sandalyesi olabilir ama efendi oraya teşrif ettiği anda o sandalyeden kalmak zorundadır. Zira en nihayetinde o sandalye sahibiyle birlikte efendiye aittir. Milyonlarca Kürt’ün iradesinin toplamının bir valinin iradesine eşit olarak görülmemesinin sebebi budur. Kendimizi kandırmanın anlamı yok. Kürtler her seçimde sandık başına gidip oy kullandığında Türklerle eşit olmuyor. Kürtlere oy hakkı kendini inkar eden devlet politikasını kabul etme ve özgürlüğünden vazgeçme karşılığında ve dahi bir Türk ya da kendini Türk olarak ifade edeni seçme şartına bağlıdır. Kürt olarak özgürlüğünü ve kendini yönetme hakkını istediği anda oy hakkı da biter.
Oy hakkı bile yok
Nitekim son iki seçimdir Kürtlerin oy hakkı fiilen elinden alınmıştır. Kayyım politikaları, Kürt siyasetçilerin zindanlara doldurulması köle-efendi diyalektiğinin sonucudur. Devletin mevcut resmi ideolojisi iktidarda olduğu ve devlet olanaklarıyla kitleleri Kürt karşıtlığı üzerinde motive ettiği sürece öyle bir eşitlik olmayacaktır. Nasıl siyahlar birkaç on yıl önceye kadar oy hakkı için mücadele ettiyse Kürtlerin de seçme seçilme hakkı da dahil ulusal ve insani temel hakları için doğru tanımlar üzerinde mücadele etmekten başka çare ve seçeneği yoktur.
Eşitlik gafleti
Bu mücadelenin ilk adımı ise kendini tanımak, tanımlamak ve en nihayetinde bilmektir. Hiçbir anlamda efendisiyle eşit olmadığını kabul etmelidir. Eşit değilsek eşitmişiz gibi yapmak bizi gaflete düşürmekten başka bir sonuç vermez, vermiyor. Eşitmişiz gibi davranmayalım, gezmeyelim ve yaşamayalım. Zira bu en fazla zararı -mış gibi yapan insanlara, ardından halka veriyor. Eşitlik mücadelesini doğru araçlarla doğru yerde vermeyi engelliyor. Hatta ciddi bir mücadelesizliğe neden oluyor.
Bu kabul her şeyden önce mücadele azmi verecektir. Birçok olay, saldırı, linç ve politikanın nedeni yerli yerine oturacaktır. Şimdiye kadar kendisini Türklerle eşit sayan ve kendisini yanılgıya düşüren tüm maddi manevi yaklaşım ve bağlardan kurtulmuş olur. Beklenti, hedef somut gerçekliğe göre ayarlanır, gard buna göre alınır, mücadele, strateji ve taktikler buna göre belirlenir. Tedbirini buna göre alır ve öz müdafaa yapılır.
Sürekli tetikte olmak için…
Köle-efendi diyalektiğinin farkında olan Kürtler kendisini ya efendinin şerrinden korur ya da kendini koruyamıyorsa bile en azından şer alanından uzak durur. Efendiyle ilişkisini kendini onun egemen olmaktan kaynaklı keyfi ve öngörülmez karakterine göre belirler. Sürekli tetikte olur. Ancak yanılgılı eşitlik zannında olan hiçbir Kürt yem olmaktan kurtulamaz. Nitekim Sakarya’daki linç başta olmak üzere son dönemdeki olayların tümünde olduğu gibi linç ve saldırının hedefi olur.
Karadeniz’e, Ege’ye giden ve linçe maruz kalan işçiler büyük ihtimalle çoğu eşit birer yurttaşın ülkenin istediği herhangi bir yerinde iş arama hakkının olduğu zannıyla hareket ediyorlardı. Ama bu bir yanılgı. Belki hâlâ aynı eşitlik yanılgısıyla adaletin tecelli edilmesini bekleyecekler. Ama olmayacak. Daha önce benzer olaylarda hiçbir saldırgan yargılanmadı. En kısa sürede kent dışına çıkarılacaklar. Ya gerisin geri evlerine dönecekler ya da linç korkusu ve iş bulma umuduyla başka bir kente yol alacaklar.
Dersim, Batman, Sakarya…
Bu yanılgı birçok cana mal oldu. Oysa eşit olmadıkları gerçeğiyle yüzleşseler belki evlerinden hiç çıkmazlardı. Kendi yaşam alanlarında daha zorlu olsa da bir yaşam inşa edebilirlerdi. Kürtler olarak artık bu saldırılara kaynaklık eden kendi yanılgılarımızı irdelememiz kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira can güvenliğimiz için yakın tehlike arz ediyor. Bunun öz eleştirisini vermeden, Kürtçe konuştuğumuz için sokakta bıçaklanmak, inşaatta dayak yemek, fındık bahçelerinde linç edilmek, kışlada şüpheli ölümlere duçar olmaktan kurtulamayız.
Köle-efendi diyalektiğinin resmi ideoloji olduğu yerde kölenin eşitlik yanılgısı Dersim’de kaybedilmek, Batman’da uzatmalı bir çavuşun kurbanı olmak, Sakarya’da iki kelime Kürtçe için bıçaklanmak, Karadeniz Uzungöl’de turist olduğunu zannederken linç edilmek, Bitlis’te doğmuş ve kendini eşit bir yurttaş olarak zannederken Ege’de ölü bir beden olarak eve dönmektir. Ardından gözyaşı, demokrasi, insan hakları eleştirileri, efendiden adil yargılama beklemektir.
Dolayısıyla son yıllarda artan saldırılar başta olmak üzere uygulanan politikalar nedeniyle efendiyi suçlamak işin yarısıdır. Diğer yarısı ve esas belirleyici olanı kölenin kendisine yönelmesidir. Kendini bu çirkin saldırı, taciz ve tecavüz ile linçlerin hesabını soracak düzeye getirmektir. Bunun yolu da özeleştiridir. Kürtleri zayıf kılan, köle durumuna düşüren, her türlü çirkin saldırıya açık hale getiren zihniyet sorunlarına acımasızca yönelmektir. Halk olarak efendiye yerinde olarak “ırkçı” tanımını koyduğumuz gibi kendimize de “sömürge insan” tanımını koymalı ve burayı sıçrama noktası yapabilmeliyiz. Bu dehşet döngüsünden çıkmanın gereklerini bir an önce yapmalı. Saldırılara karşı gösterilen tepki önemli, duyulan öfke haklıdır. Bu tepki ve öfkeyi ırkçılığa karşı örgütlenme ve mücadeleye dönüştürmek ise tek çözüm yoludur.
Örgütlü olmanın önemi
Evet bizim eksikliklerimiz olmasaydı bu olayların hiçbiri başımıza gelmezdi. Kendimizi yanı başımızdaki insandan sorumlu görseydik, komşumuzu, sokağımızı, mahallemizi, kentimizi daha örgütlü hale getirseydik bu saldırılar bu düzeyde olmazdı. Kendimizi ve çevremizi daha fazla eğitseydik, bilinçlendirseydik ve bizi esir tutan bu köle-efendi diyalektiğini aşan öz bilincimize varsaydık bu linçlere maruz kalmazdık. Bunu yapmadıkça da daha dehşet verici saldırı ve linçlere maruz kalma ihtimali her zamandan daha fazladır. Dolayısıyla karanlığa küfretmektense bir mum yakmanın zamanıdır.