Türkiye’deki ırkçı söylem ve uygulamaların giderek doruk noktasına ulaşmaya başladığını hem siyasi retorikten hem de toplumsal olayların canlı resimlerinden görüyoruz. Adeta birbirini tamamlayan ve birbirini besleyen bir koro halinde bu ırkçılığın gün geçtikçe nasıl korkunç bir noktaya doğru gittiğine tanık oluyoruz. Halihazırda devletin yönetim ve tahakküm aygıtlarını elinde bulunduran siyasi iktidarın hem hazırlayıcısı olduğu, hem beslediği hem de eşlik ettiği bu ırkçı girdap, artık kendini gizleme ihtiyacı duymadan kamusal alana bir bütün olarak nüfuz etmektedir. Dahası mevcut iktidar bu ırkçılık aparatını kendi iktidarının devamı ve sürekliliği için lokomotif bir güce dönüştürmekte, iç ve dış düşman inşası retoriğiyle, bu alanı beslemekte beis görmemektedir. Toplumsal ve kamusal alanda gittikçe hakim bir norma dönüştürülmek istenen ırkçılık ve milliyetçi histeri, gündelik hayatı bir bütün olarak şekillendirmekte, adeta sıradanlaşmaktadır.
Kuramsal bağlamı bütüncül ırkçılığa dayanan Türkiye’deki tarihsel ırkçılık biçimi, Apartheid’a benzer bir pratiğe sahiptir. Buradaki benzerlik tanısı her şeyden önce devlet erkânının inşa momentinin soydaşlık üzerinden bina edilmesi ve buna bağlı olarak belirli bir zümreye tanınan imtiyazla ilgilidir. Bütün ırkçı normlarla benzerlik gösteren bu nokta, devlet erkanının bilgisi, rızası ve onayı ile üretilmekte, hakim bir norma dönüştürülmektedir. Güney Afrika’daki rejim beyazlardan oluşan bir “seçilmiş soydaşlar” topluluğu olduğu için yerli siyahiler temel bütün haklardan mahrum bırakılarak ötekileştiriyorlardı. Dikkat edilirse Türkiye’nin kurucu kodları da Güney Afrika’da olduğu gibi belirli bir “ırkın soy-kütüğüne” dayanıyor. Dolayısıyla bugün karşı karşıya kaldığımız ırkçılığın bu vandal şekli, kurucu kodların inşa mayasıyla ilgilidir ve bunun kuramsal tanımı ise bütüncül ırkçılıktır. Bu durumun bir sonucu olarak da, devlet destekli kurgulanmış ırkçılığın sokaktaki izdüşümü olarak her gün şiddet olgularıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Ne başvurulan ayrımcılık ve ötekileştirme ne de fiili saldırı olarak vuku bulan olaylar salt egemen elitin başvurduğu bir uygulama değildir, bütün “seçilmiş soydaşların” desteğini alan bir ırk serabıdır. Bağlamın bu noktasından hareketle, Türkiye’de erki elinde bulunduran her rejim bir Apartheit aparatı oluşturmuş ve ona destek veren herkes bir şekilde bu aparatın bir parçası yahut uzantısı olmuştur. Daha net bir ifadeyle Afrika’daki siyahi nefretin biçim değiştirmiş halidir bugün Türkiye’de uygulanan ırkçılık ve adı da Kürt Kürdofobya’dır.
Güney Afrika’da tüm bunlar beyaz adamın dünya tasavvuru üzerinden inşa edilirken, Türkiye’de üstün ve egemen ırk düsturu üzerinden bina edilen bir soy kütüğü mefhumu söz konusudur. Dolayısıyla Apartheid ırkçılık tipolojisi devletin birebir belirlediği, organize ettiği ve tekrardan ürettiği ayrımcılığının tarihsel resimleri üzerinden inşa edilmiştir. Böylece Türkiye başta olmak üzere egemen İslam coğrafyasında baş gösteren ırkçılık ve ötekilik mefhumunu, kıta Afrika’sının ırksal temalı teorilerinin gelişim gösterdiği dönemle mukayese edebilir ve bir benzerlik bağı kurulabilir. Bugün hem Güney Afrika’da hem de Türkiye’de “ötekinin” sosyal bağlardan tamamıyla dışlaması ve kapsadığı yerin kendisine dahil etmeme girişimi bunun bir sonucudur.
Bu, egemen ulus sınıfının ötekilerle kurduğu bir ilişki gibi görünse de esas itibari ile nesneleştirilmiş olgulara dayanan bir Apartheit aracıdır. Sosyo-kültürel olarak aşağılamanın yanı sıra, köken üzerinden bağlantı kurarak onu dışlar. Bu sebeple toplumsal ve sosyal bağlar sosyolojik olarak diğer insanlarla kurulduğu gibi kurulmaz, hatta ötekinin kurgulanmış arkaik tipiyle kesintisiz bir mücadele vardır. Böylece ırkçı söylem ırkçı arzuyla canlanan bir özne üretir ve toplumu zamanla kendisine özgü bir sosyal bağ üretmeye sürükler, hatta mahkum eder. Başka bir ifadeyle yasasız bir sosyal bağın gelişmesini hatta ötekinin sosyal ve kültürel üretimini men etmenin mantığı üzerine inşa edilen bu olgusal durum, ona boyun eğdirme, küçük düşürme mekanizması olarak işlev görür. Tarihsel olarak da çarkları kesici birer ölüm pervanesine dönüşen bu ırkçılık mekanizması etik dışı bir dışlanma, damgalama ve eliminasyon pogromu olarak gelişir. Dolayısıyla ırkçı söylemin arzuya dönüştüğü yerde kurulan bağın ana göstergesi ötekiyi bir bütün olarak nesnelleştirmesi, sanal özelliğiyle kötünün temsili olarak görülmesi ve ona karşı şiddet üretiminin artması anlamına gelir. Tarihte bütün benzer örneklerin aynı mekanizma etrafında oluşup, gelişip yayılım göstermesi bu açıdan bir tesadüf değildir.
Bütüncül ırkçılığın şiddete dönüşmüş hali olarak kendisini gösteren bu tür olgusal vakalar egemen ulusun kimlik pekişmesine hizmet etmek amacıyla uygulamaya geçiriliyor. Türk ulus-devlet konsepti, tek bir ulusal kültür, kimlik ve mezhepsel topluluk yaratma ve etrafında şekillendirme projesi olduğu için bütüncül ırkçılığı bir sosyal kurgu olarak geliştirmiştir. Burada söylemin teorik düzlemiyle egemen ulusun eliti ilgilenirken, işin pratik kısmı ise egemen ulusun alt katmanlarına havale edilir. Dolayısıyla hem Güney Afrika’da hem de Türkiye’de cereyan eden ırkçılığın sınıfsal yanı, şiddetin pratik üretimini uygulayanlarla şiddete maruz kalanlar arasındaki sınıfsal yakınlıkla sınırlıdır. Her ikisi de yoksul, işsiz ve hatta çatısız olmalarına rağmen aynı sınıfsal bilince sahip değildir, çünkü birisi kendisini egemen ulusun öznesi olarak gördüğünden sınıfsal olarak da ezenden yana baskı kurar. Burada ne egemen ulusun düzenleyici söylemi ne de şiddeti üretenin herhangi bir sınıfsal kaygı ve gayesi vardır.
Onun için Kürtlere karşı başvurulan şiddet, Aksaray’daki linç sahneleri, Sakarya’daki müzmin ve organize ırkçılık korosu veya Afyon’da bir Kürdün öldürülmesi ile ortaya çıkan tablo net bir Kürdofobya tarifidir, sınıf eksenli gelişen olaylar değildir, Güney Afrika’da olduğu gibi buradaki de bariz bir ırkçılık cinnetidir. Sırf Kürt oldukları için, alın terleriyle ekmeklerini kazanmaya çalıştıkları bağda ırkçıların saldırısına uğramış, ruhlar tarumar olmuş ve kanlar akmıştır.
Sendikalı oldukları için değil, işçi marşları söyledikleri için veya artı-değer ikilemini dillendirdikleri için değil sadece ve sadece Kürt oldukları için dövülmüş ve öldürülmüşlerdir. Buradaki şiddetin sebep ve oluş biçimleri kolonyal siyahilerin uğradıkları şiddet tablolarıyla birebir aynıdır. Sınıfsal bakma biçimlerine itiraz etmemekle beraber bu denli ciddi bir toplumsal meseleyi salt sınıfsal açıdan görmenin göz kapatma anlamına geldiğini bilmek lazım. Dahası bu bakış açısının ırkçılığın sistematik olarak teşekkül ve tahakküm etme mekanizmalarını kamufle etme, onu görünmez kılma gibi bir amaca hizmet ettiğini de eklemek lazım. Bu tabii ki de sınıfsal baskıların, sömürünün olmadığı anlamına gelmez ama bu meselede öncül olan asla olgu sınıf değildir, “ırk ayrımı mikrobudur”.
Bir önceki yüzyılda yeryüzünü açık bir mezbahaya çeviren ırk teorisyenlerinin sapkın fikirlerini kuramsallaştırırlarken sınıfsal bir saikle yapmadıklarını özellikle hatırlamamız gerekir. Dolayısıyla bu son saldırıların oluş biçimi ve gayesine dair net bir tanı koymadan hiç kimse ilkesel olarak karşı tutum içerisinde olmamalı. Başka bir deyişle, saldırıya uğrayanların Kürt olduğunu söylemeden hiç kimse ırkçılığın karşısında durduğunu iddia edemez. Çıkışın ilkeli noktası ancak bunun öncelikli kabulüyle olur. Bunu yapmayan veya yapamayan ruhunun başka bir yerinde örtük bir ırkçılık taşıyor demektir. Bu olgusal durum “Kürdofobya’yı” sürekli besleyen örtük bir kaynaktır aynı zamanda, önemli olan ise bunun karşısında durmak, durabilmektir. Bu tabloda ya saldırıya uğrayan ötekinin yahut madunun safında olunur, ya da saldıran ve bu güruhu besleyenlerin safında. Ortada bulunmak, kavramların içini boşaltarak arayı bulmaya çalışmak, bu ırkçılık ruhuna yakıt vermek anlamına gelmektedir.