Yok sayılan, kriminalize edilen bir coğrafyayı ve halkı ve onun acılarını, kederlerini, kadersizliğini tarif etmek maalesef ki sanatın, edebiyatın inceliğini ve yaratıcılığını da aştı. “Kurdistan neresi?” sorusuna Kürt siyasetçi Osman Baydemir her Kürd’ün elinin gideceği yeri; yani sadece kendi topraklarına bağlılığın, ona duyulan sevgisinin hayat bulduğu yeri değil aynı zamanda bu sorunun kanattığı yer olan kalbini işaret etmişti.
Ama artık Kürtlerin inkâr barındıran “Neresi?” sorusuna cevaben Kurdistan’ı tarif etmesine gerek yok. Artık bizzat Kurdistan’ı inkâr edenlerin saldırıları belirliyor bu ülkenin sınırlarını ve nerede olduğunu! Egemen devletlerin namlularının çevrili olduğu her yer Kurdistan’dır. Rojava’dan Kurdistan Bölgesel Yönetimi sınırlarına kadar AKP’nin siyasi olarak at koşturmaya çalıştığı her yer Kurdistan’dır. Siz hiç Bağdat’ın, Telafer’in, Şam’ın, Hama’nın, Kurdistan’ı tehdit ve tehlike olarak görenler tarafından bombalandığını gördünüz mü? Göremezsiniz çünkü o bölgeler ve yerleşim yerleri onların operasyon için çizdiği “Kurdistan sınırları” dışındadır. Bu devletlerin ve ülkelerin ölüm ihraç ettiği, bombaladığı, el koyduğu, parsellemeye çalıştığı yerdir inkâr edilen o coğrafya. Zaten böyle olduğu için güya egemen olan Suriye, Irak ve hatta İran bu saldırılara ses çıkarmıyor, zaten böyle olduğu için uluslararası güçler bu duruma seyirci kalıyor. Bu sahipsizlik, olağanlaşan saldırılar acıların en büyüğü belki de ama daha da vahim olanı bütün bu saldırıların sıradanlaşmış, kanıksanmış, normalleşmiş olmasıdır. Daha iki gün önce Qamişlo Kantonu Başkanı (Eşbaşkanı Yusra Derwêş) SİHA saldırısı ile katledildi yanında yardımcısı ve şoförüyle birlikte. Dünya sessiz, demokratik kamuoyu sessiz işin vahimi Kürtler bile sessiz.
Hatta sessiz olmalarının ötesinde Kürtlerin bir kısmı neredeyse bu durumu haklı gösterecek bir çaba içerisinde. Yazık ki öldürülen Kürtlerin düşüncesini, ideolojisini, kendisine benzememe halini bu saldırıların “haklı” gerekçesi olarak görüyorlar! Seçimden hemen sonra “Kabinede Kürt bakanlar var, HÜDAPAR iktidar ortağı oldu.” söylemleri üzerinden neredeyse AKP’yi Kürt partisi ilan edip destek vermeyenleri de “hain” olarak gören o çok milliyetçi Kürt çevrelerinin her gün Kürtlerin katledilmesine ilişkin tek bir itirazı yok. Onlara göre öldürülen Kürtler “yeterince Kürt değil” ama kendileri gibi Kürtleri öldürenlerle can ciğer kuzu sarması olanlar ise öz, hakiki, gerçek Kürt! O yüzden bırakın bu saldırılara itiraz etmelerini bu saldırılar devam ederken, saldırıları düzenleyenlerle al gülüm ver gülüm ilişkisi içerisindeler. “Saldırıların olduğu gün ne işiniz vardı Saray’da” diye soranlara da “siz ne anlarsınız, bunlar ülkeler arası diplomatik ilişkilerdir” diyerek ahkam kesiyorlar. Türkiye’deki Kürtler de Kurdistan Bölgesi yöneticilerinin, Kürtler adına hareket eden herhangi birinin diplomatik ve siyasi görüşmeleriyle gururlanmak, o görüşmelerde kendilerinin de temsil edildiğini duyumsamak istiyor. Fakat Irak Anayasası’nda kabul edilen Kurdistan Bölgesel Yönetimi bayrağının bile gösterilmekten imtina edildiği bu görüşmelerde Güneyli kardeşlerinin görüştükleri iktidar tarafından saldırıya, hakarete uğrayarak değil.
Bu saldırıların tamamı aynı zamanda yeniden şekillenen bölge dengelerinde Kürtlerin etkin ve belirleyici bir güç olmasını engellemeye yönelik hamlelerdir. Yoksa bu saldırı ve ölümlerle bir halkın yok edilemeyeceğini, Kürtlerin özgürlük ve eşitlik talebinden vazgeçirilemeyeceğini en iyi egemen devletler bilir. Astana süreci, Soçi görüşmeleri derken hem içeride derinleşen krizler hem de bölgesel gelişmeler artık Suriye’de kalıcı çözümü dayatıyor. Türkiye’nin Suriye’den çekilmesine yönelik tartışmalar ve beklentiler gittikçe artmış durumda. Zaten Türkiye’nin derdi de çekilip çekilmemek değil. Evet Suriye’de kalıcı olmak istiyor, girdiği bölgelerden çıkmak istemiyor ama birinci önceliği kendisinin o bölgede neye sahip olacağı değil Kürtlerin neye sahip olamayacağıdır.
Bu durumun sürdürülebilirliği kendisi açısından da çok sınırlı. İçeride bir türlü çözülemeyen toplumsal, siyasal ve ekonomik krizler savaş siyasetiyle çözülebilir olmaktan çoktan çıktı. Onlar açısından savaşın tek işlevi var o da bu krizlerin üstünü örtmek, Türkiye toplumunun bu çözümsüzlüğe karşı itirazlarını baskılamaktır. Fakat bizzat krizin kendisini yaratan bu siyasetin kendisidir ve bu da iktidarın çıkmazına dönüşmüştür.
Mesele sadece Kürtlerin meselesi değil Türkiye’nin de meselesidir. Uluslararası hale gelmiş kördüğüme dönüşmüş bir sorundan bahsediyoruz. Eğer Türkiye normalleşmek istiyorsa sorunlarını çözmek yeni yüzyılda güçlü ve özgür bir ülke olmayı amaçlıyorsa Kürtlerle barışmak dışında bir şansı yok. Kürtlerle barışmak Türkiye için kazan-kazan formülüyken kavga iki tarafa da kaybettirmekten başka bir işe yaramadı, yaramaz da. Çözüm süreci bitirildikten ve 2015 yılından itibaren savaş konsepti devreye konulduktan sonra yaşanan 8 yılda bu durum ağır ve acı faturalarla test edildi, çözümsüzlüğü kanıtlandı. Şimdi öyle uzağa gitmeye gerek yok çözümün yolu da adresi de bellidir, çözüm Öcalan kadar yakındır, maliyeti düşük, kazancı ise herkes için büyüktür.