Yerel seçimlere yaklaşırken açlık grevlerinin de büyük bir kararlılıkla sürdüğünü görüyoruz. Seçim süreçleri devletin politikalarında belli tereddütleri yaşadığı, yeniden düzenlemelere ihtiyaç duyduğu dönemler olurdu. Ama Türkiye’de “faşizmin kurumsallaşma” gerçeği olduğu için, seçim süreçleri baskı politika ve planlamaların da zirveye çıkarıldığı bir süreç olarak kullanılıyor. Türkiye tarihi, halklara, inançlara ve kimliklere karşı birçok saldırı örneğiyle dolu. Cumhuriyet sisteminin genel olarak ortak ve demokratik yaşam anlayışına karşı Türk ulus-devleti ile tekçi, ırkçı ve baskıcı bir rejim inşa edildi.
Demokratik bir anlayışa kavuşmaktan çok, dışa karşı demokrasi maskesi kullanarak ilişki geliştirme, içerde de ulus-devletin inşasına girişme en temel devlet politikası oldu. Bu politika sistemli bir şekilde Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Alevilerin, Kürtlerin ve Türk ulus-devlet kimliği içerisinde eritilemeyen tüm kimliklerin hedef alınmasını amaçladı. Kürtler ve Aleviler dışında da büyük oranda kimlikler yok edildi.
Devlet geleneğinde “Ya sev ya terk et” olarak sloganlaşan bu söylem, baskı rejiminin en bilinen ve tanınan söylemi oldu. Halkların binlerce yıldır bir arada yaşadığı bu coğrafyada, bir halkın varlığını diğerlerinin yokluğu üzerine kuran zihniyet, tekçi-baskıcı rejimin en saf halidir. Şimdi de AKP-MHP ittifakı ve onun şefi Erdoğan bu zihniyetin öncülüğünü yapmaktadır. Birkaç gün önce bir miting konuşmasında, “Kürdistan” kavramını kullanan HDP’ye “Kürdistan’ı çok istiyorsanız Irak’ın Kuzeyine gidin” diye buyurdu. Elbette Erdoğan zihniyetinin buna benzer başka açıklamaları da olmuştu. Bu açıklama, Kürdü kendi ülkesinden kovma, bunu yapmak için de her yola başvurma niyetini ifade etmektedir.
Elbette her baskı rejimde yaşandığı gibi tek hedef Kürtler değildir. Bu açıklamanın hedefinde Aleviler vardır, demokratlar vardır; Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Araplar vardır. Bu rejimin, halkların bir arada özgür ve demokratik bir anlayışla yaşamasına tahammül etmesi düşünülemez. Bu dünyada iktidara gelen tüm tekçi-baskıcı yönetimlerin pratiğinden çıkarılacak derslerden biridir. Bu nedenle Türkiye’de yaşayan her bir insan için bu sözler oldukça tehlikelidir. Halklar arasında çelişki, düşmanlık üreten bir kaynaktır. Bu zihniyet sahiplerinin yarattığı yıkım ve katliamların etkileri hala hafızadadır.
Kürdün ülkesine “Kürdistan” dememek ancak baskıcı bir zihniyetin yaratımı olabilir. Bu hafife alınacak bir şey değildir. Ulus-devletin temsilcisi olması nedeniyle Erdoğan’ın söylediklerini ciddiye almak gerekmektedir. Şu an “Tecridi kıralım, faşizmi yıkalım” hamlesi içinde olanlar, bu tehlikeli planları görüp, buna karşı mücadeleye girişmiş öncülerdir. Bu zihniyetin kendisiyle birlikte katliam ve soykırım getireceğini görerek, buna karşı bedenlerini birer direniş kalesine dönüştürmüşlerdir. Bu yönüyle yerel seçimlere giderken de temel iki çizgiden bahsetmek mümkündür.
İlk çizgi, kendi bekasını ve iktidar olmanın yarattığı ayrıcalığı korumak isteyen, bunun için de kendisi gibi olmayan ve demokratik sistem arayışı olan herkesi tehdit olarak gören yapılardır. Bu çizgiyi, İttihat ve Terakki çizgisinin bir devamı ve daha da yoğunlaştırılmış bir hali olarak görebiliriz. İkinci çizgi ise, Öcalan’ın önerdiği demokratik ulus ve bu çerçevede ortak-özgür yaşamı inşa eden çizgidir. Bu çizgi, kapitalist modernitenin ve onun bölgedeki temsilciliğini yapan statükocu ve gerici devletlerin halk ve kültür kırımına karşı mücadele eden çizgidir. Statükocuların, kendini sürdürme ve devamlılığını sağlamak için yeni katliamlar, tehcirler ve saldırılar yapma hedefi vardır. Bu son yapılan açıklamayla bir kez daha görülmüştür. Ama buna karşı halklar eskisi gibi örgütsüz ve öncüsüz değildir.
Demokratik ulusun öncülerinin ortaya koyduğu direniş önemli bir tutumdur. Bunun yanında İmralı tecridine karşı halka halka örgütlenen açlık grevi direnişçileri de, baskı rejimine karşı önemli bir tutum içerisindedir. Halklar olarak bu tehditlerin hedefinde olduğumuzu bilmek zorundayız. Erdoğan bir ilki denemiyor. Daha önce denenmiş, halkları büyük acılar yaşamak zorunda bırakmış bir yöntemi yeniden ve daha kesin olarak denemek istiyor. Buna karşı demokratik mücadele yürütmek öncelikle açlık grevindekilerin taleplerini alanlarda sahiplenmekle ve tecridi kırmakla mümkündür. Bunun yanında 31 Mart seçimlerinde iktidara, kimseyi kendi yurdundan kovamayacağını göstermek gerekmektedir. Bu coğrafya halkların yurdudur; dolaysıyla halklar bu topraklarda hancıdır, tekçi-baskıcı yönetimler yolcudur.