Bizi insan kılan en önemli değerler bile bu hengame içinde yerle bir ediliyor. Düşünmeden, sorgulamadan peşin yargılı, peşin hükümlü, peşin fikirli bir toplum olduk.
Maskeler, şablonlar, belletilmiş görüntüler sarıyor çevremizi. Kimse kendine benzemiyor, renk ve kokularımız aynılaşmış, özgül ağırlıklarımız aynı grama eşitlenmiş sanki.
Söylemler aynı, replikler ve tepkiler aynı… Aynı paradigmanın ezberleriyle yorumlanıyor her şey, aynı at gözlükleriyle bakılıyor olan bitene, aynı volümden ve aynı perdeden konuşuluyor.
Kişilik kazanmanın, birey olabilmenin toplum açısından da ne denli gerekli olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Onca önemsenmeyen, ayaklar altına alınan insani değerlerin karşısında bir an durup düşünmek, yaşamı anlamlandıran ne varsa tek tek yüzleşip hesaplaşmak gerekmez mi?
Aynı cenahtan, aynı gruptaysak her gün, her saat birbirimize övgüler diziyoruz ya da bizim gibi düşünmeyenleri etiketleyip ‘vatan haini’ yapıyoruz.
Bazen kendimiz istemediğimiz halde, başkaları istiyor diye “… gibi yapmak” zorunda kalıyoruz… Bunca maskenin bu kadar vazgeçilmez oluşu her geçen gün benliğimizi kemiriyor, bizi hayat karşısında çaresiz bir varlık durumuna getiriyor. A. Comte, yıllar öncesinde boşuna, “İnsan ne ise o olmayı reddeden tek yaratıktır.” dememişti. Yüzümüzün tenini değişken bir maske gibi dilediğimizce kullanabiliyor, öz benliğimize düşman olabiliyoruz.
Kişi hayatında payına düşenle yetinmeye zorlanmıştır ama bir yandan da bundan sıyrılmaya, kuralı bozmaya çalışır.
Albert Camus ‘Yabancı adlı yapıtındaki kahramanı bir yerde şöyle konuşur: “… Bana eklediklerini üzerimden sıyırıp atsam ben kim olurum?.. Düşündüğüm hiçbir şeyin benimle ilgisi yok. Amaçsız düşünüyorum ve hazır bulduğum kurallara dayanan bir oyunun dışına çıkamıyorum. Bir ara kuralları değiştirmeyi düşünüyorum ama oyunu değil.”
Evet. Kural değişse de fark etmiyor… Aslolan oyunu değiştirmek ya da bozmaktır. Kendi kendisi olamayan her hırsıza parçalar vermiş, herkesten de hırsızlama parçalar toplamış özü olmayan bir “ben”, insan soyuna yakışan bir “ben” olabilir mi?
Platon, “diyaloglar”ında bireysel değerlendirmelerden ve eleştirmelerden yoksun insanların kapalı uyumunu tartışmakta ve eleştiri konusu yapmaktadır. Ayrıca birçok filozof körü körüne katılımın, tek tipliğin ve taklidin bireysel ve toplumsal götürülerinden söz eder.
İlerlemeye katkıda bulunanlar, genel-geçer yargılar dışında kendileri ve toplumları için gerekli olanın ne olduğunu aklın süzgecinden geçirerek anlamaya çalışanlardır.
Farklı düşünebilmek, olay ve olgulara eleştirel bakabilmek, öncelikle önyargılarımızdan, basmakalıp şablonlarımızdan sıyrılmaya bağlıdır.
İnsanı koyunlaştırıp toplumu sürüleştiren anlayışların önüne geçilmesinde çağdaş bireye düşen büyük görevler vardır. Gerektiğinde bedelini ödeyerek “sürü”den ayrılabilmek, tarihsel olarak da onore edilmiş erdemli bir davranıştır.
Kimi olayları değerlendirirken bakış açımızı, paradigmanızı yani zihin haritamızı değiştirmeden gerçeği yakalayamaz ve yanılırız. Başkalarının düşünce ve davranışları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler çoğu zaman yeterli olmuyor. Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz.
Çözemediğimiz sorunlar için paradigmanın, zihin haritasını değiştirmenin gereğini vurgulayan Einstein, “Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz” der.
Kirlenmenin ve insani tükenişin her yanımızı çepeçevre kuşattığı bu ortamda nitelikli ve insanca kalabilmenin asıl yolu şairin dediği gibi devam etmek adına direnmek olmalıdır.
“Ve direnmek, hep direnmek devam etmek adına…”