Devletin de, hükümetlerin de, ırkçıların ve faşistlerin de Kürtçe ile meselesi bitmiyor. Bir ulusun birliğini sağlayan en temel öğe olan Dil’in gücünün farkındalar. Ve Kürtçe’nin devlet tarafından yürütülen bir asırlık asimilasyon faaliyetlerine, yasaklara, cezalandırmalara karşı gösterdiği görkemli direnişten korkuyorlar. Evet, onların dilde gördükleri bu: Üniterci paranoyalarını harekete geçiren bir güç, kudret. Bir inat. Kürt inadı. Biz ise Kürtçe’nin nağmelerinde, su gibi akan müziğinde, dengbejlerin klam çağlayanlarında bütün hayatımızı, kim olduğumuzu hissediyoruz. Kürtçe bizim anadilimiz, dünyaya Kürtçe bakarız biz.
Kürtçe’nin ne kadar kadim ve gelişkin bir dil olduğu uluslararası bilim camiasında, filoloji ve linguistik uzmanlarınca net olarak ortaya konmuş bilimsel bir veri olduğu için burada bunu bir kez daha vurgulamayı zül addederim. Ancak şu çok önemli: 20’nci yüzyıl boyunca en fazla susturulmak istenmiş dillerden olan Kürtçe, 21’inci yüzyılda Bakur’dan, Rojava’dan doğru tüm dünya halkları ile diyalog kurmuştur. Kürtler dilleri için şehitler veren bir ulustur. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesinin temel hedeflerinden biri de anadilimizi her türden asimilasyon, yasak ve saldırı karşısında muhafaza etmek ve özgürleştirmektir.
Şimdi Kürtlerin dilleri için mücadelesi böylesi kahramanlık destanları yazarken ve Kürtçe bütün ezilenlerin umut bulmak için kulak verdiği bir sese dönüşmüşken, iki kuruşluk ırkçıların, faşistlerin televizyonda ya da sosyal medyada Kürtçe’ye hakaret etmeleri umurumuzda olmamalı aslında. Halil Nebiler diye bir ırkçı gazeteci –hem ırkçı hem gazeteci nasıl olunuyorsa- kalkmış Sezgin Tanrıkulu’nun Kürtçe yeni yıl tebrik tweetini ekranda ciddiyetsiz bir üslupla, kendince alay ederek okuyor. Bizim iki, üç dili su gibi konuşmamızı kıskanan bu ulusalcı tayfa, mecbur kalıp cehaletleriyle övünür hale geldiler. Sadece cehalet olsa sorun. Bilmezler ki, çok dilli hayat zihni açar, zekâyı güçlendirir.
Son günlerde sosyal medyada da bu türden cehalet örnekleri yine arttı. Onları kendi hallerine, kendi cehaletleriyle baş başa bırakırdım ama onlar sadece bir devlet politikasının, bir kültürel soykırım girişiminin kurşun askerleri.
Devletin Kürtçe’ye yönelik bu soykırımcı politikası, hükümetin birkaç bin nüfuslu bir Türk azınlığın yaşadığı Köstence’de Türkçe okul açarken, kendi ülkesindeki 25 milyon yurttaşının anadilde eğitim kurumlarını mühürlemesi, enstitülerinin faaliyetlerini yasaklaması, Kürtçe eğitimi kolektif bir hak olarak tanımaması ve bütün bunlar yetmezmiş gibi mahkeme salonlarında, Meclis kürsüsünde, fezleke ve iddianamelerde, sokakta, hayatın her alanında düşmanlaştırması sonucu insanlarımızı kaybediyoruz. İşte bu düşmanlaştırma ve hedef gösterme de sokağa bu ekrandaki, sosyal medyadaki kurşun askerler sayesinde iniyor.
Daha Sakarya’da Kürtçe konuştuğu için öldürülen Kadir Sakçı’nın cenazesi soğumadan, ekranlarda bu utanmazlıkları yapanların o ırkçı katillerden bir farkı yoktur bence.
Leyla Güven yoldaşımızın iki ay önce cezaevinde başlattığı süresiz açlık grevi ile çözüm talep ettiği tecridin bir başka biçimidir Kürtçe’ye yönelik bu tehdit ve hedef göstermeler. Bizi kendi içimize kapatmak istiyorlar ama biz bütün dünya ile diyaloğa geçmiş durumdayız. Kendi dilimizde ve kendi siyasetimizle.
Kürtleri, Kürtçe’yi, Kürt siyasetini ve siyasetçilerini düşmanlaştırmanın bir başka popüler yolu da HDP’yi hedef almak oldu. 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri AKP devleti HDP’yi siyaset dışına itmek ya da HDP’nin temsil ettiği umudu unutturmak, Türkiye halklarına sunduğu vizyonu karartmak, partilileri kriminalize etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Parti binalarının yakılması, mitinglerin bombalanması, seçilmişlerin ve parti yönetici ve üyelerinin tutuklanması gibi siyasi soykırım yöntemlerinin yanı sıra psikolojik harp de yürütüyor devlet-hükümet. Medya bu psikolojik harbin gönüllü lojistik sağlayıcısı. Her türden iftira ve manipülasyon hükümetin yayın organlarında manşet olurken, sözde tarafsızlık iddiasında olan televizyon ve gazeteler ise HDP’ye yoğun bir sansür uyguluyor. Mart’ta yerel seçimler yapılacak. HDP Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olarak bu seçimlere katılıyor ama medya HDP’yi görmezden geliyor, sanki HDP gibi bir parti yokmuş gibi davranıyor. Tabii, bütün bunlar Cumhurbaşkanı ve hükümet talimatıyla yapılıyor.
Zaten Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı defalarca söyledi: Eğer Kürt illerinde belediyeleri yine HDP’nin adayları kazanırsa, kayyum atayacaklarmış.
Böyle bir seçim olabilir mi, burada demokratik ve adil bir seçimden söz edilebilir mi? Bu seçimler bu haliyle sadece hükümete, Türkiye’deki siyasi rejime meşruiyet kazandırır. Diğer partiler figüran konumuna sürükleniyor. HDP, bu seçim sürecini AKP rejimine karşı muhalefeti yükseltmek için bir kürsü olarak kullanır, seçmenini mobilize edebilirse, AKP’nin bu figüranlaştırma stratejisinin önüne geçebilir.
Tecritten siyasi soykırıma kadar halkların bütün meseleleri HDP tarafından kürsüye taşınmalı, bir yerel seçim çalışmasının ilerisinde bir söylemle rejim sorgulanmalıdır. Bunu da HDP kendi özgücüne güvenerek yapmalıdır. Benim kanaatim bunun daha doğru olacağıdır.
Elbette muhalefeti genişletme niyet ve isteği önemli ve kıymetli. Ama hangi muhalefetten söz ettiğimiz de önemli. İyi Parti meselesine burada hiç girmeyeceğim. Kürt halkı ve sosyalist sol, İyi Parti hakkında net bir görüşe sahip. İyi Parti’yi ‘iyi’ tanırız biz. Esas mesele CHP.
7 Haziran 2015 seçimlerinden beri HDP’ye karşı yürütülen operasyonlarda CHP her zaman AKP’nin koltuk değneği oldu. Dokunulmazlıkların kaldırılmasından savaş politikalarına ‘evet’ oyu verilmesine kadar CHP hep AKP’ye destek verdi. Bugün geldiğimiz aşamadan sorumludur CHP. Hadi, bunları CHP Genel Başkanı ve yöneticilerinin yaptığı stratejik hatalar olarak kabul edelim. Sosyalist soldan bazı dostlarımız bize sürekli CHP kadroları arasındaki demokratları işaret ediyor. İşbirliği yapmamızı öğütlüyor.
Peki, şuna ne diyecek bu dostlarımız? Bir seçim sürecindeyiz, CHP ana muhalefet partisi ve üstelik sosyal demokrat olduğunu iddia ediyor. HDP olmadan CHP’nin bu seçimlerde hedeflediği başarıyı elde etmesi imkânsız. Bu yüzden de, biliyoruz ki HDP ile CHP arasında bazı görüşmeler oluyor. Nerede oluyor bu görüşmeler, neden kamuoyu bunun içeriğini bilmiyor? Çünkü CHP, bir kez daha AKP-MHP’nin demagojilerinin etki alanına girmiş durumda, muhalefete değil, hükümete kulak veriyor. Bir kez daha saçma korkularının esiri olmuş durumda. Ve bu yüzden de HDP ile kamuoyunun önüne çıkamıyor. Türkiye sosyalistlerinin, ezilenlerin, emekçilerin düşmanı bir siyasi cenahtan gelen İyi Parti ile el ele, kol kola, diz dize ama Türkiye halklarının ve emekçi sınıfların umudu HDP ile görünmek istemiyor, diyalog protokolünü kamuoyuna açmıyor. Görüşmeleri kapalı kapılar ardında sürdürüyor.
Buna da seçim stratejisi deyip geçsek, bu defa da bütün bu diyalog girişimlerine rağmen CHP’nin aynı kalan söylemine ne demeli? Kemal Kılıçdaroğlu’nun HDP’ye yönelik herhangi bir dostane lafını duydunuz mu Meclis kürsüsünden? Ya da Kürt halkının taleplerine yönelik bir açıklama?
CHP, ulusalcı-muhafazakâr çizgisini aynı sürdürüyor. Açıkçası CHP’lilerin seçimi kazanmak gibi bir hedefleri olduğunu da sanmıyorum. Ellerindeki belediyeleri muhafaza edip, oralarda kendi kapalı devre ilişkilerini, kendi düzenlerini sürdürmek onlara yetecek gibi görünüyor.
Meslek icabı her gün çok sayıda insanla siyaset konuşuyorum. Sorularını cevaplamaya çalışıyorum. Açıkçası ben bu haliyle CHP’nin adayına oy veremezmişim gibi hissediyorum.
Kemal Kılıçdaroğlu, bir milletvekili olarak iki aydır cezaevinde açlık grevini sürdüren Leyla Güven’i seçilmiş üyesi olduğu parlamentonun kürsüsünden gündeme taşıdı da ben mi duymadım acaba?