24 Haziran seçimleri yaklaşırken, AKP’nin 16 yıllık iktidar macerası içinde kültürün yerini ve muhafazakâr kesimdeki “Kültürel iktidar” tartışmalarını Birikim dergisi yazarı Tanıl Bora ile konuştuk.
Dilhan Yılmaz / M. Ender Öndeş – İstanbul
Erdoğan’ın geçen yılki Ensar Vakfı konuşmasında sarf ettiği ‘Kültürde iktidar olamadık’ sözlerinden sonra, havuz medyasındaki yazarlar arasında ciddi tartışmalar yaşandı. Yazılarda, ‘Bu kadar adamı zengin ettik bi tanesi kültüre yatırım yapmadı’ mealinde laflar ediliyordu. Şimdi, 16 yıl sonra, AKP’nin kültür dünyasıyla imtihanı nasıl bir noktada?
Bu çıkış, bir yandan rehavete karşı bir ikaz işlevi görüyor, onu göz ardı etmeyelim. Bir “Durmak yok, yola devam!” anonsu gibidir!
Bununla beraber, siyasi hasımlara karşı bilenmeyi sağlayan bir biley kayışı işlevi görüyor. Vesayetçi güçlerin hâlâ, hâlâ, hâlâ alt edilememiş olduğu iddiasını taze tutmayı sağlıyor. Batıcı-Kemalist-sol çevreler, kültür alanında hâlâ iktidarı ellerinde tutuyorlar buna göre. Ellerinden bırakmadıkları kültür “organları” vasıtasıyla, millete yabancı, yoz bir kültürü zerk etmeye devam ediyorlar. Bu tablo, milletle beraber onun öz kültürünü temsil eden siyasi iradeye hâlâ vesayetçi güçlerce ket vurulduğu motifini işlemeye yarıyor
Bir yanıyla da, iktidar şemsiyesi altındaki bir itiş kakışa işaret ediyor bence bu konu etrafındaki tartışma. Daha basit yanıyla, değişik muhitlerin “pastadan” pay kapma mücadelesini yansıtıyor, zira kültür alanında da ihaleler var, postlar var biliyorsunuz. Daha derinindeyse, İslamcı gelenekten gelenlerin dışlanma rahatsızlığını görebiliyoruz bu tartışmada. AKP’ye sonradan ve ikbal kaygısıyla katılmış, ideolojik bir omurgası olmayan, fikrî bir derdi olmayan unsurların oportünizmine dönük tepkiler de bu tartışma vesilesiyle dışavuruluyor. Kısmen de, Erdoğan’a mahçup bir sitem hüviyetinde; iktidar uğruna bu “kültürsüzlere” prim verip, davanın fikrî çilesini çekenleri ihmal ettiğini ima ederek.
Yine Erdoğan’ın sözlerinden sonra, ‘Kültürel hegemonya’ ve ‘Kültürde iktidar’ kavramları birbirine karıştırılarak kullanıldı. Şu tanımları okurun da kolayca anlayabileceği şekilde bir netleştirebilir miyiz? Gramsci kökenli ‘hegemonya’ kavramı ile ‘iktidar’ aynı şeyler mi?
Bence de önemli bir ayrım bu. İktidar, salt güce ya da esas olarak güce dayanabilir. Güçle, siyasi gücü, devlet “imkânlarını”, fiziki gücü, zaptiyeyi, maliyeyi kastediyorum. Hegemonya ise zihinlere nüfuz eden, gündeliğe hâkim olan, adeta görünmezleşmiş bir iktidar ilişkisidir. Hasımlarını bile gayrı ihtiyari kendi diliyle konuşturan, laçkalaşmış tabirle “gündemi belirleyen”, bir tür ebedilik hissi içinde hayata karışarak akıp giden bir iktidar ilişkisi.
Kültür alanını bir iktidar mücadelesi alanı olarak görmek, iyi kötüden öte, normal bir şey! Çünkü zaten öyledir! Her siyasal akım, kültürel alana damgasını vurmak ister. Siyasal mücadele, aynı zamanda bir kültürel mücadeledir; imgeler, anlamlar üzerinde, hayat tarzı üzerinde bir mücadele… Sorun, kültür alanını mücadele alanı olmaktan öte dediğiniz gibi bir fetih alanı olarak görmek… Kültüre zecri tedbirlerle, -maliyeyi ve ekonomiyi baskıcı bir denetim aracı olarak kullanmak da buna dâhildir-, hâkim olmaya çalışmak… Bu konuda yazarken hep kullandığım tabirle “polis marifetiyle” kültürel iktidar tesisine çalışmak… Problem o, “kötü” olan, o.
E, bu fetih işi de düşmansız da olmuyor tabii… Ama bir siyasi iktidarın gücü de bu kadar büyük bir tasfiyeye gücü yeter mi?
İlk soruda da konuşmuştuk bunu. Bir şeytanî “dış güçler” imgesi, her belâyı açıklamaya, sorumluluğu üzerinden atmaya, milliyetçi-muhafazakâr hamaseti kabartmaya yarıyor. Bence en önemlisi, içerideki hasımlara karşı seferberliği ayakta tutmaya yarıyor. “Yerli hainlere” kahrediyorsunuz.
Tabii kültür alanında bu dilin hâkimiyeti, “terörist” yaftasının, numaratör gibi, her hoşa gitmeyenin üzerine yapıştırılmasıyla da alakalı. “Kalem kullananla silah kullanan aynıdır” düsturuyla kültür alanını bir suç mahalli gibi gözetleyen, terörize eden bir tutum… Bir karikatür, bir yazı, bir resim, bir film “haince” ve “tehlikeli” olabilir, “çok vahim bir şey” olabilir, bu kabulü zihinlere kakan, zihinlere bu polisiye mantığa doğru büken bir tutum…
Bunca insanı, çevreyi, işi, eseri “hain” ilan ederek tasfiye etmeye güç yetmez tabii. Ama çok zulme yol açtığı kesin, çok tahribat yarattığı kesin.
Öte yandan, bu ‘iktidar’ söylemi, bir ‘nesil yetiştirme’ meselesi olarak görünüyor sanki. Burada, kültürel egemenlikten daha çok sokak egemenliği gibi bir şey murad edilmiyor mu?
Sokak egemenliğinde de fayda görülüyordur ama asıl mühimsenen, sandık egemenliğidir, “oy çokluğudur”. “Erdoğanizm”, seçim kazanmakla, seçim ve referandum kazanmakla işliyor. Günümüz siyaset biliminde benzer rejimleri ele alırken türetilen “rekabetçi otoriteryanizm” kavramı var; seçimlerle sınanan bir sürekli meydan okumayla, seçimlerle ve referandumlarla sağlanan sürekli bir kampanya ve seferberlik havasıyla gücünü tahkim eden bir siyaset tarzı bu.
“Nesil yetiştirme” iddiası, tabii seçim çoğunluğu imal etmenin yanında, kendi elitini, eski tabir veya bakış açısıyla söylersek kendi “bürokrasisini” yetiştirme hedefini de içeriyor. Gülen Cemaati’yle kapıştıktan sonra, bu iyice önem kazandı. “Altın nesil” bir Gülenci tabiriydi ama unutmayalım ki, sadece Nur talebeleri geleneğinde değil, toplam İslamcılıkta da, mesela Necip Fazıl’da da, bir kurtarıcı nesil, bir inşacı nesil, bir “zafer nesli” yetiştirme ülküsü öteden beri güçlüdür. Fakat görebildiğimiz kadarıyla son birkaç yılda bu “nesil yetiştirme” hamlesi babında yapılanlarda, aslolan sadakattir. Liyakate, niteliğe özenmeye “lüksümüz yok!” gibi bir hava var. Bizzat akademisyenler ağzından dillendirilen “Cahillere güvenirim” gibi sözler de bunun alameti.
Bir de şu var: Zaten Peyami Safa’da bile oldukça kaba saba olan Fatih-Harbiye çatışması ya da Mehmet Akif’in ‘temiz imanlı’ Asım’ı, bugünün ‘alalım satalım yolumuzu bulalım’ çerçevesi içine taşınabilir mi?
Bence günümüzde bir “Başakşehir-Fatih” veya bir “Çekmeköy-Sultanbeyli” romanı, onu yazacak Peyami Safa’sını bekliyor! Cihan Aktaş’ın bazı edebi anlatılarında ucundan kıyısından var, bu vaziyete göndermeler… Zamanında Fatih ile Harbiye nasıl muhafazakâr hayat tarzı ve ahlak klişeleriyle Batılı ve yoz hayat tarzı ve ahlak klişeleri arasında zıtlaştırıldıysa, bugün bizzat muhafazakâr veya dindar kabul edilen muhitler arasında, aynı derinlikte “kültürel fark” çukurları var. Çünkü bariz sınıfsal ayrımlar var, sınıfsal kültürlere bağlı farklılaşmalar var. Bir yandan Fatih-Harbiye’nin klişeleştirdiği türden, “hayat tarzı” temelinde ayrışmış muhitler de yok değil. “Mahalle” imgesi çok tüketiliyor ya son zamanlarda… “Mahallelerin” birbirini görmez bilmez olmasında, bariz bir artış var, o da kesin.
Köşe yazarlarının tartışmalarında ara ara ‘bu işler eserle olur parayla-kanunla değil’ gibi laflar edildi ama netice itibarıyla, eserle dolmayan yer sopayla dolmaz mı?
Az evvel konuştuğumuz, “polis marifetiyle” kültürel iktidar teşebbüsü, işte! Ama bu tarz-ı siyaset, hegemonik olma kabiliyetinin gitgide kaybedildiği anlamına gelir.
Kültür alanında ‘iktidar’ olmak için asıl gerekli olan şey, yaratıcılık değil mi? İş yaratıcılık faslına gelince de, orada muhafazakâr cenderenin bizzat kendisi bir engel değil mi?
Biliyorsunuz, muhafazakâr-dinî düşünüş, yaratıcılık kavramına en azından temkinle yaklaşır, zira yaratıcılık Allah’a mahsustur. Ama muhafazakâr veya dindar sanatçıların pekâlâ yaratıcı diyebileceğimiz eserler ortaya koyabildiğini de biliyoruz. Veya aksine, solda da propagandizm, sekterlik, didaktizm hâkim olduğu zaman yaratıcılığın kaynağında boğulabildiğini biliyoruz. Önemli olan o bahsettiğiniz cendereye sıkışmamak. Zihni açık, aklı hür tutmak. Bugün iktidara bağlı kültür-sanat erbabı ve söz imalatçıları, ideolojik cendere bile diyemeyeceğimiz bir şeye, gündelik icaplara tabi durumdalar. Buradan fıkra bile çıkmaz.
Mizahı hiç beceremediler mesela? Kaç dergi denedilerse, mevcut dergilerin yanına bile yaklaşamadı.
Mizah, muhafazakârlıktan ziyade bilhassa dinî kültür açısından en zorlu saha, sanıyorum. Geleneksel din adabı fazla gülmeyi zemmeder, ağırbaşlılık telkin eder. Kahkaha değil, tebessüm… Yine de, dindar ve muhafazakâr muhitlerden tatlı nükte ustalığı da çıkar. Hatta o dindar temkin, mesela usta bir kara mizahın güçlü bir teşvikçisi de olabilir. Bizde muhafazakâr mizahçılık teşebbüsleri genellikle bir kasılmışlık, bir çiğlikle malul oluyor. Genellikle, iptidai kelime oyunlarına, benzetmelere dayanıyor. Aşağılamacı. En mühimi, zaten memleketimizde genellikle çok zayıf olan kendiyle dalga geçebilme hassası, orada iyice zayıf. Ve çok erkek, çok maçist bir mizah. Buna karşılık iktidardan uzak veya belirli bir bağımsızlığı koruyan dindar kadın mecralarında, kimi bloglarda veya youtube’a salınan “işlerde” mesela, gayet ferah, gayet zeki bir mizah yeşerebiliyor. Bence burada esas problem muhafazakârlıktan falan öte özerk olamamada, iktidar veya “dava” uğruna bütün zihinsel kabiliyetleri araçsallaştıran o kıskaçta.
Yani şimdi, AKP dönemi itibarıyla, muhafazakârlık ile ihaleciliği bir araya getiren, çalmakla çalışmayı eşleştiren bugünkü karışımdan bir kültürel yaratıcılık beklenebilir mi?
Demin konuştuğumuz gibi, beklenebilir, neden olmasın? İktidar aklına ve cenderesine rapt olmamış İslamcılar, muhafazakârlar da var. Muhasebe yapanlar, ortada büyük bir yozlaşma görüp bunu sorgulayanlar var. Az olabilir, -hele açıktan yapanlar iyice az-, ama var. Buradan pekâlâ yaratıcı bir şeyler çıkabilir. Keşke de çıksa.
Sonuncu ve belki de sorulması gereken asıl soruya geliyoruz. Erdoğan, ‘kültürde iktidar olamadık’ dedi, tamam ama aslında bir başka anlamda bunu başarmadılar mı? Yani, palalı palasız saldırganlar, kefenle mitinglere gelenler, ‘o da etek giymeseydi’ diyenler, sergi basanlar… Bütün bu davranışların toplamı da bir çeşit ‘kültür’ sayılmaz mı?
Haklısınız, “kültür”ü dar bir anlam çerçevesi içinde, “sanat-kültür” olarak ele almaya yatkınız. Oysa tabii, dangozluk da kültüre dahildir. Doğru, bu da bir kültürel iktidar hatta hegemonya yolu olabilir! Nitekim epey yaygın olarak konuşuluyor mu, bir hoyratlığın, nezaketsizliğin, ideolojiler-siyasetler üstü “değerler” olarak yaygınlaştığı? 80’lerde, 90’larda “yüksek kültür”ün seçkinciliğine karşı popüler kültürün demokratikliği üzerine tartışılırdı. Bu konuştuğumuzu o tartışmaya nispet etmeyelim. Bu, başka bir şey. Bunu mesele etmek lazım. Kültür, bir tabii afet değildir, hüdayınabit değildir. Yaparak oluyor! Başka türlüsünü yapmak için uğraşmak lazım. Yine dar-geniş anlamları hatırlayalım: Sadece romanla filme değil, hal tavırla da, başka türlüsüne emsal yaratmak lazım.